“28 Şubat 28 Tanık” yeniden raflarda

28 Şubat 28 Tanık yeniden raflarda

28 Şubat 1997 tarihindeki Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlarla okullarda ve iş hayatında başörtüsü yasağının gelmesi birçok genç kızın ve kadının hayatını altüst etti.  İmam hatip öğrencileri ise katsayı uygulamasına takılarak uzun dönem toparlanamadı.

Bu günleri kayıt altına almak üzere mağdurlarla mülakatlar yapan Demet Tezcan, birbirinden farklı hikayeleri olan isimlerin yaşadıklarını “Bin Yıla Azmetmiş Zulüm/28 Şubat 28 Tanık” isimli kitabında topladı.

Yazar Demet Tezcan tarafından kaleme alınan ve 28 Şubat’ın en can yakan günlerinin birinci elden, yani olayı yaşayanların dilinden sansürsüz şekilde anlatıldığı kitap ilk olarak 2016 yılında yayınlandı. Pınar Yayınlarından çıkan kitap, darbenin 22. yıldönümünde 4. baskısıyla ve yeni kapağıyla tekrar raflardaki yerini aldı.

Yüreğimiz çatlıyordu

Yüz binlerce öğrenciyi, aileleriyle birlikte ise milyonları ilgilendiren bu soruna kafa yoran Demet Tezcan, anlatmakta ve affetmekte zorlanılan ötekileştirme ve yok sayma haline, nice dereceye girmiş genç kızın apar topar kürsülerden indirilmesine sessiz kalamadı.

Bunun ağır bir atmosfer olduğunu dile getiren Tezcan, yazma nedenini ise şu sözlerle açıklıyor: Ekranlardan, gazete haberlerinden kare kare, satır satır evlerimize siniyor, günlerce çıkmıyordu. Öfkeden çatlıyordu yüreklerimiz, orta yerinden yarılıyordu da yine de elden birşey gelmiyordu. Ne ulusal ne de uluslararası hukuk normları, insan hakları söylemleri, özgürlük kavramı, inanç hürriyeti, muasır medeniyet gayreti, hukuk devleti, demokrasi hiç ama hiçbirine ters düşmüyordu bu uygulamalar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olağan buluyordu üniversitelerdeki bu zorba uygulamayı.

Kimi deliliğe vurdu, kimi unuttu!

Demet Tezcan’ın çeşitli meslek gruplarından ve bölgelerden, Adana, Bursa, Bingöl, Malatya, Ordu, Samsun, Konya, İstanbul ve Dubai’den 28 kişi ile yaptığı çalışmada bu kişilerin ruh hallerine ilişkin tahliller de bulunuyor.

Yazarın, “Kimi örselenmiş, incinmiş, kiminin mağduriyeti halen giderilmemiş” diye ruh hallerini anlattığı kadınların o günü nasıl hatırladıklarına ilişkin cevap da şöyle: Kimi kilitli sandıklara koymuş, kimi deliliğe vurmuştu, kimi “unuttum” demişti, “Hiçbir şey hatırlamıyorum.” İçinde oldukları durumu böyle ifade ediyorlardı. İçlerindeki haksızlığa uğramış her insanın sinesini çatlatan öfkeyi, kırgınlığı, gözyaşlarını, üstünden çiğnenip geçilen ömürlerinin on-on beş yılını sarıp sarmalayıp kaldırmışlardı.

ÖYKÜLER

28 şubata ilişkin kimi lise, kimi üniversite öğrencisiyken kimi de iş hayatında yasaklara yakalanan 28 tanık, kitapta yaşadıklarını ve hayata yansımalarını anlatıyor. İşte onlardan birkaç örnek…

Penseli kız sen misin?

Bir durak ötede minibüsten iniyor, oradan sahili dolaşıp tekrar geriye yürüyerek kampüsün arkasında bulduğumuz bakımsız kalmış kırık dökük tel örgülerin üstünden atlayıp giriyorduk…Bir sabah okula girmek için gittiğimizde yıllardır bakım görmeyen tellerin tamir edildiğini gördük. Bu kadar mı tehlikeli, bu kadar mı korkunçtu bizim okuyor olmamız?… Sonra yurtta tamirat malzemelerinden bulduğum bir penseyi attım çantama, her gün yanımdaydı artık, okula girmemin garantisiydi. Yurttaki arkadaşlar sınıflarında anlatmış, yeni tanıştığım arkadaşlar “penseyle gezen kız sen misin?” diyorlardı.

Moleküllerimize mi ayrılalım?

Konya’ya döndük ve kısa bir süre sonra 2. El Ele eylemi yapıldı. Otobüslerin Konya’dan çıkışına izin verilmediği için eyleme Konya’dan katılma kararı alındı. Eylem daha başlamadan çok sert bir müdahale ile sonlandı. Sadece 10 dakika süreyle el ele tutuşup dağılmak üzere biraraya gelen insanlar apar topar göz altına alındı. O dönem öyle bir dönemdi ki, okula girmek üzere kapıda dururken bir anda gözaltına alınmak mümkündü. Arkadaşım Tuba ile kol kola Zafer’de yürürken yanımızdan geçen polisler “Dağılın!” diye müdahale edince sinirleri bozulan Tuba’nın, “Moleküllerimize mi ayrılalım, Allah’tan korkun kaç kişiyiz de dağılacağız” çığlığı ve etraftakilerin sakinleştirmek için çabası… El ele eyleminin başlama saati gelmeden henüz yapmadığımız bir eylem için göz altına alınmıştık. Kimse dağılın demedi. Geldiler ve yolda yürüyen, duran, gezen örtülü herkesi ve duruma müdahale eden herkesi otobüslere doldurdular.

Çantasında kitap olanı otobüsten indirdiler

Görükle’ye (Uludağ Üniversitesi Görükle Kampüsü) giderken daha fakültelerin çok uzağında bir kamp kuruldu. Orada jandarma ve askerler duruyordu. Siz belediye otobüsüyle tıp fakültesine giriyor olabilirsiniz mesela, öğrenci değilsiniz. Polis ve jandarma başınızda duruyor silahlarıyla, çantanıza bakıyor. Kitap varsa, siz öğrenci kimliğinizi göstermeseniz de kitabı gördüğü an indiriyordu sizi. O indiğiniz bölge öyle bir yer ki hiçbir yere gidemezsiniz, Bursa’nın zaten dışı. Fakültenin de dışı. Benim kaldığım yer devlet yurdu, buranın da en dibinde. Biz arka taraftan sürünüp dikenli tellerden geçip yürüye yürüye devlet yurduna girebiliyorduk. Devlet yurduna girip kalıyorduk ama ana girişten giremiyorduk. Öyle bir süreç yaşadık ve kız başınıza sokak ortasında kalıyordunuz, hiç kimsenin umurunda değildi.

Erkek Hatice tanıyor musun?

Hiç unutmuyorum, Alman tıp Fakültesi öğrenci işlerine gittiğimde tedirgindim. Çünkü öğrenci işlerinde hep itilmiş kakılmış, hep azarlanmıştık. Hatta bir gün hiç unutmuyorum Konya’da üniversite öğrenci işlerinde fakülte sekreteri beni karşısında görünce koridora çıkmış ve avazı çıktığı kadar etrafımıza yığılan insanların içinde bize bağırmıştı, “Sen hala ne gelip duruyorsun, öğrenci belgesini fotoğrafsız istiyorsun. Ben nereden bileyim kız mısın, erkek misin?” diye gerçekten çok ironi yüklü bir haldi. Ben de ona, “Benim adım Hatice, Hatice erkek ismi olur mu?” diye sormuştum. Şimdi o günlerin ne kadar da aynı zamanda acı bir komedyaya döndüğünü daha iyi anlıyorum.

Tıp öğrencisini müzeye koydular

Bir daha yanına çağırdı, bir daha konuştu ve sonunda odasının yanında cerrahi müze diye yazılan böyle derme çatma, müze olmayan ama biz burayı müzeleştirelim diye açtıkları bir yer vardı. Küçük bir oda, o odanın içerisinden de bir küçük odaya daha gidiliyordu. Orada da eski bir kütüphane, kütüphanenin içerisinde de çok sayıda Latince yazılmış kitaplar, yani İngilizce olsa diyeceğim ki ben oraya okuyayım diye gönderildim, yok. Dedi ki, sen burada görevlisin ama yazılı bir tebligat değil, direk olarak seni bu cerrahi müzeye koyuyorum… Kemal Alemdaroğlu bana çok kızdığı bir dönemde müstahdeme, kilitleyeceksin dedi. Ben içeri girdiğimde adam beni kilitliyordu. Önce anahtarı bana verdiler, sonra benim oraya anahtarla giriş çıkışım herhalde sıkıntı oluşuyor diye olmaz denildi. Müstahdem kapıyı kilitleyip beni içerde tutuyordu. Sonra ben çıkacağım zaman cama vuruyordum, beni duyarsa geliyor çıkarıyordu.

Çocuğun yere kapaklanıp ağladığını unutamam

İstanbul Kazım Karabekir İmam Hatip Lisesi önünde yaşananları hafızamdan silmem mümkün değil. 21 Eylül 2000 tarihiydi. Orada öğrenciler direnişe geçmişlerdi. Destek için çağırmışlardı bizi, gitmiştik. Zaten okula girdiğimizde birçok keskin nişancı okulun etrafındaki binalara dizilmiş tetikte bekliyorlardı. Düşünebiliyor musunuz, küçücük çocukları korkutabilmek ve başlarını açtırabilmek için dürbünlü silahlarıyla askerlerinizi binaların üzerine yerleştiriyorsunuz. Yerleştirmekle de kalmıyor çocuklar başörtüleriyle okula girmek için direnirken havaya ateş açtırıyorsunuz. Hiçbir zaman unutmam, bir kız çocuğunun silahın sesinden korkup yere kapanıp titreyerek ağladığını. Şimdi o çocuk ne yapıyor, hayatında nasıl bir yara açıldı? Neler oldu, neler gelişti, neler geçti bilmiyoruz tabi.

Okul, koca bulma aracıymış!

Ben ve benim gibi birkaç arkadaşım vardı sadece sınavlara girerek okulu bitirmeyi düşünen. Bu konuyu görüşmek üzere kısmen bizi anlayabileceğini düşündüğümüz bir hocamızla konuşmaya gittik. O zaman yaşadığım şoku, yalnızlık hissini hala unutamam. Hocamız bize dedi ki: Okula gelmeyeceksiniz de ne olacak? Hadi okulu bitirdiniz nasıl avukatlık yapacaksınız? Sadece hukukçu bir eşiniz olursa çalışabilirsiniz. İşte hukukçu bir eş bulmanın yolu da bu sıralarda oturmaktan geçiyor, mecbursunuz okula gelmeye dedi. Daha önce o kadar incindiğimi o kadar aşağılandığımı hatırlamıyorum. Benim onurum olarak gördüğüm, uğruna bütün bir hayatı feda edebileceğim gözümün nuru bir çırpıda koca bulma meselesine indirgenmişti işte.

14 yaşında yetişkin koğuşunda

Avukatlarımın tutuksuz yargılanmam talebine olumsuz cevap geldi. 40 gün cezaevinde kaldım. Cezaevi süreci de baştan sona bir zulümdü. Aynı koğuşu paylaştığım diğer mahkumlar adli hükümlülerdi. Ve yetişkin insanlardı. 14 yaşındaydım ama yetişkinlerle, korku ve endişe içinde 40 gün tutuldum. O dönemde yaşadıklarım bir yetişkin için zor şeylerdi fakat insan çocuk olunca çocuk gibi düşünüyor. Avluda voleybol oynuyordum ben bir de annemi çok özlüyordum. Dışarda olan bitenden habersiz geçirdiğim 40 gün, hayatım boyunca bana bir yafta oldu.

Sakın ha, numaranı verme

Bir keresinde çocuk cerrahisi dersinden çıkmamız istendiğinde ben hariç diğer başörtülü arkadaşlarım sınıftan çıktı. Ben de sınıftan çıkmadan yerimde oturmaya devam etmiştim. Öğretim üyesi adeta deliye döndü, numaramı sordu. Hiç birşey söylemeden sessizliğimi koruyarak yerimde oturmaya devam ettim. Tam bu sırada hiç beklemediğim bir destekle karşılaştım, çok fazla samimiyetimin olmadığı bir grup ve bunun yanında sıklıkla görüşüp konuştuğum arkadaşlarımın bir kısmı beni destekledi… Sakın numaranı verme, gerekirse seni aramıza alır hep beraber sınıftan çıkarız, numaranı da vermeyiz deme cesareti olanlar oldu. Bu beklenmedik destek inanılmaz mutlu etmiş, farklı düşüncelere sahip olsak, hayata bakış açımız farklı pencerelerden olsa da özgürlükler sözkonusu olduğunda ortak paydada birleşebileceğimize, zulme karşı omuz omuza olunabileceğine dair umut vermişti.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.