Medine Vesikası Üzerine.
23 Ocak 1993 Cumartesi günü Üsküdar Tevhid Vakfı’nda Ahmet Ağırakça Medine Vesikası hakkında bir konferans verdi.
Konferans, son zamanlarda sivil toplum anlayışı içinde yeni toplumsal projeler oluşturmak çabasındaki kişilerin, Rasulullah’ın Medine’de gerçekleştirdiği rivayet edilen bir anlaşmayı muhtevasını saptırarak kendilerine temel kalkış ölçüsü edinmelerindeki yanlışlığı eleştirmek ve bu kişileri uyarmak açısından önem taşıyordu. Bireysel ve toplumsal sorunlarını hala Kur’an bütünlüğü içinde çözme alışkanlığını edinememiş, ele aldığı konuların karşılığını bütüncül bir yöntemle muhkem nasslarda arama ve nass ile vakıa arasında irtibat kurma bilincine ulaşamamış kişileri uyarmak ve bu uyarıyı hissettirebilmek amacıyla Ağırakça’nın yaptığı konuşmanın özetini aşağıda sunuyoruz:
“Hicretten sonra 1. yılda iki önemli olay vuku buldu. Birincisi Muahede Olayı, yani Kardeşleştirme Olayı‘dır. İkincisi de, Kitab, Sahife veya Vesika Olayı‘dır.
Hz. Peygamber, Mekkeli Muhacirler ile Medineli En-sar arasındaki kardeşleştirme olayını Medine’de ilk mescidin yapımından sonra gerçekleştirdi. Ensar ve Muhacir’in kardeşliği topluma yeni bir dinamizm getiriyor ve bu dinamiklik içinde gerçekten müminler huzuru kalp ile işlerini yavaş yavaş rayına koyuyorlardı.
Medine’de gerçekleştirilen bu kardeşlik olayından sonra müslümanlar arasında ve müslümanlarla gayri müslimler arasında bir sözleşme meydana getiriliyordu. Tarihte bu sözleşmeye Medine Vesikası/Sözleşmesi denmektedir. Medine Sözleşmesi’ne dair Kur’an-ı Kerim’de herhangi bir nass yoktur.
Buhari’de, yani Buhari’nin ölçüleri içerisinde Enes b. Malik’ten bir tek küçük bir işaret yakalayabiliyoruz. Enes b. Malik diyor ki, ‘Rasulullah, Medineli Ensar ile Kureyşliler arasında benim Medine’deki evimde bir tehalüf yaptı.’ Tehalüf sözleşme, karşılıklı olarak söz verme, her iki tarafın bazı hususları karşılıklı olarak kabul etmeleri ve bazı sorumlulukları yüklenmeleri anlamına gelmektedir.
Buhari ve Müslim’in ölçüsüne uygun bu rivayet dışında Sahiheyh‘de herhangi bir bilgi yoktur.
Bilindiği üzre, Medine’de müslümanlar Ensar ve Muhacir’den oluşuyordu. Rasulullah Medine’ye hicret ettikten sonra bir nüfus sayımı yaptırdı. Bu, dünya siyasi tarihinde ilk defa meydana gelen nüfus sayımıydı. Daha önce hiç bir devlet başkanı böyle bir nüfus sayımı yaptırmamıştı ve tarihte de böyle bir olaya rastlanmıyor. 1500 civarında müslümanın olduğu tesbit edilmişti. Yani kadını, erkeği, çoluğu, çocuğu, yaşlısı, ihtiyarı, genci hepsi bütün müslümanlar 1500 kişi. Diğer etnik ve dini gruplar sayılmadı. O gün muhacirler, 350 kişi civarında idi. Medineli Ensar da 1200 kişi civarındaydı. Toplam 1500 kişi. Peki Medine’de Evs ve Hazreç’ten müslüman olanların oranı neydi? Bunların ancak 1/3’ü müslüman olmuştu. O zaman Evs ve Hazreç, yani müşrik Araplar Medine’de yaklaşık4000 kişi civarındaydı. Bunların yanında çok az bir hıristiyan kitleden söz edilebilir. Ayrıca büyük bir unsur olarak da Medine’de yaşayan Yahudiler vardı.
Şimdi böyle bir etnik yapı içerisine Hz. Peygamber geliyor, Medine’de böyle bir nüfus sayımı yaptırıyor, sonra Enes b. Malik’in evinde müslümanlarla biraraya gelip Medine Vesikası’nı oluşturuyor.
Vesika Usul-ü Hadis açısından değerlendirilirse, zayıf bir rivayet olduğu görülür. Yani Vesika hakkındaki haber Usul-ü Hadis terminolojisinde yerine oturturulursa zayıf bir rivayettir. Bu rivayeti ilk defa Hicri 154. yılında doğan ve Hicri 222 yılında vefat eden Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam’ın Kitabü’l-Emval eserinde yer alıyor. En eski olarak bu kitapta; ayrıca hemen hemen onun çağdaşı olan ve ondan bir kaç yıl önce, yani Hicri 218 yılında vefat eden İbn Hişam’ın Siretü’n-Nebevi’ de, yani İbn İshak’ın siretine yazmış olduğu şerhte yer almaktadır. Vesika bu iki kaynakta yer alıyor. Sonra bu kaynaklardan günümüze aktarılmış. Dikkat edilmesi gereken husus, bu iki kaynağın dördüncü nesilde oluştuğudur. Buhari ve Müslim de hemen hemen bu dönemde yaşamıştır. Yani sahabe devri, tabiun devri, tebeü’t-tabiun devri ve tebeü etbau’t-tabiun devri. İlk üç nesilden aktarılan bir rivayet yok.
Vesika’nın rivayeti söz konusu kaynaklara dayandırıldığında Hadis Usulü açısından aldığı şeklin zayıf bir rivayet olduğunu ifade edelim. Ama Enes b. Malik’in ‘Bu benim evimde Ensar ile Kureyş arasında Rasulullah bir tehalüf yaptı.’ sözü, Buhari’de yer alması açısından bizim için biraz daha kuvvetli bir ışık saçıyor ki, bu şekliyle yine de bu haber ahaddır.
Daha sonra muahhar kaynaklar bu vesikayı kaydetmişlerdir. . En son çağımızda bu vesika üzerinde ilim adamları durmuş, bunlardan İtalyan Caetani İslam Tarihi adlı kitabında vesikayı maddeleştirmiştir. Yine Alman müsteşrik Wellhausen aynı şekilde bu vesikayı ele almış ve maddeleştirmiştir. Vesika Ebu Bekir b. Kasım Sellam’da ve İbn Hişam’da tek metin halindedir. Ama Caetani ve Wellhausen ve onlardan sonra meseleyi İslami bir gözlükle değerlendiren ilim adamı Muhammed Hamidullah da, aynı şekilde maddeler halinde bu vesikayı değerlendirmiştir.
Bu vesikadaki metinlerde kendisinden Kitap diye bahsediliyor. Özellikle 1. maddede, 36. maddede, 47. maddede Kitap diye bahsedilir. Ayrıca 22., 39., 42. ve 46. maddelerde Sahife diye de söz edilmektedir.
İbn Hişam metne başlarken, metne bir başlık atıyor. İbn Hişam diyor ki, ‘Rasulullah, Muhacir ile Ensar arasında bir kitap yazdı ve bu kitapta Yahudiler ile de bir tehalüf yaptı.’
Wellhausen şöyle bir yorum getiriyor. Diyor ki, ‘bu vesikanın, Hz. Peygamberin yönetimi altında bulunan kimselere hitaben yazdığı ve programını belirttiği bir siyasi beyanname olması muhtemeldir. ‘Caetani de şunu söylüyor: ‘Bu Vesika, Hz. Peygamber’in yeni bir temel üzerinde siyasi bir cemaat teşkilatlandırmak için yaptığı bir faaliyettir. ‘ Wellhausen’e göre yönetimi altındaki insanlara yeni bir program sunuyor. Caetani ise diyor ki, ‘Hz. Muhammed toplumu teşkilatlandırmak için böyle bir olaya başvurmuştur.’ Yani bir tarafta Yahudiler var, bir tarafta müşrik Araplar, yani Abdullah Übeyd İbn Selül ve yandaşları var, bunun yanında kısmen de olsa küçük bir hıristiyan kitlesi var. Ve 1500 kişilik bir müslüman kitle. 10000 kişi olarak kabul edilen Medine nüfusu içerisinde 1500 kişilik bir kitle bu vesikaya göre yönetici konumdadır ve diğer nüfus müslümanlara tabidir. Şimdi burada Hz. Peygamber kendisine muhalif olan bir kitlenin bulunduğu bir ortamda bu anlaşmayı gerçekleştiriyor. Hatta bu vesikanın akdedildiği Enes b. Malik’in evinde gerçekten Yahudiler var mıydı, yok muydu tartışılması gerekir. Özellikle Ebu Davud’un aktardığı konuyla ilgili bir hadis göz önünde bulundurulsa bu konuyu tartışmak anlam kazanıyor. Ki, o hadis İbn Hişam’m ve Ebu Kasım b. Sellam’ın rivayetlerinden daha kuvvetlidir.
Bu hadise göre Beni Kurayza, Beni Nadir, Beni Kaynuka ile olan ilişkiler ele alınıyor ve onlarla tehalüf, Beni Nadir’in sürgünü sırasında söz konusu oluyor. Eğer aralarında daha önce bir muahide olmuş olsaydı Rasulullah niye ikinci bir kez anlaşmayı tekrarlıyor diye sorulabilir. Ama şöyle de yorumlamak mümkün: Rasulullah Nadir Oğulları’na muahedeyi hatırlatıyor ve diyor ki, bakın aramızda bir muahede vardır ve bu muahidenin gereği olarak sizin şöyle şöyle davranmanız lazım, ama bu şekilde davranmadığınız takdirde benim de size karşı tavrım budur.
Bu Vesika’ya Muhammed Hamidullah anayasa diyor. Toplumu yönlendirmek için bir ana metin demek mümkün. Zira hukuki özellikleri var. Teşri ile ilgili, icra ve yargı ile ilgili özellikler taşıyor. Dolayısıyla hukuki bir metindir. Ve toplumun bu üç kuvvetini de bünyesinde barındırdığına göre, yasama, yargı ve yürütmeyi bünyesinde barındırdığına göre, gerçekten önemli bir yasa hükmündedir diyebiliriz. Ancak bu açıdan da metni ele alsak vesikanın iki bölümden oluştuğunu görmemiz mümkün. Şimdi Abdullah Ubeyd b. Selül’ü Medine reisi seçmek üzere olan Arap müşrikleriyle ve Hz. Muhammed’in getirdiği mesajla Tevrat’ı değiştirmek pahasına mücadeleye girişen Yahudilerle Hz. Peygamber’in hicretten altı ay sonra Enes b. Malik’in evinde oturup müşrik, yahudi ve hıristiyanlarla böyle bir tehalüfe girmesi acaba mümkün müdür? Bir anda düşündürücü. Bundan dolayı diyoruz ki, bu vesika, yapılan iki farklı toplantıda oluşturulmuştur. Metnin birinci kısmını yani, 1. ile 23. maddeler arasını incelediğimizde yahudilerle ilgili bir tek cümle var, başka yok. Ama ikinci kısımda ise, gayri müslimlerle ilgili birçok bilgi vardır. Metnin birinci bölümünü, yani 1.-23. maddeleri ele aldığımızda metnin tam bir bütünlük içinde olduğunu görüyoruz.
Vesika, Kitap diye başlıyor.
Vesika’nın 1. maddesinde müslümanlar tabi olunanlar olarak vasfediliyor.
Bugün için de böyle bir siyasi ortamı paylaşmamızda bir mahsur yoktur. Ama şu anda başkaları yönetici durumda, biz tabi durumdayız. Şimdi sormak lazım: Bugün bize önerilen toplum ve toplum modelleri içinde biz ne olacağız? Bu fazla söz konusu edilmiyor. En mühim olan da bu. Önerilen toplum ve siyasi yelpaze içinde hangi dilimi oluşturacağız.
Kalem Suresi’ndeki şu ayet-i kerime üzerinde müslümanlar durmalıdır. Bu ayet Kafirun Suresi’nin bir izahı mahiyetindedir veya değişik bir şekildeki ifadesidir:
Onlar bekliyorlar ki, onlara bir taviz veresin, onlar da sana taviz versinler.
Bu ayetteki beklenti 1950’li, 60’lı yıllar Türkiye’sinde çok güzel kullanıldı. Barajlar arkasında su birikirken bize taviz verdiler. Biz de onlara taviz verdik. Ezan Türce iken, Arapça’ya çevrildiğinde çok kimse rahatladı. İslamizasyonun ilk adımı o zaman atılmıştı. Menderes İslamizasyonun ilk adımını o zaman atmıştı. Bugün Özal ikinci adımını atıyor ve attırıyor. Şimdi birinci İslamizasyonu başlatanın oğlu ile bu süreci devam ettiriyorlar kanaatindeyiz. Arkasından entegrasyon geliyor.
Vesikada 2. maddede bu anlaşmaya uyanların diğer kişilerden ayrı bir ümmet olduğu vurgulanıyor. Yani müslümanlar kendilerine tabi olanlarla birlikte bir ümmet oluşturuyor. Buradaki siyasi yapı herhangi bir kan ve kabile bağına veya kraliyete veya monarka bağlı bir yapı değildir. Oligarşik bir yapı değildir. Bu toplum Hz. Peygamber’in Allah’ın vahyini aktardığı bir akide toplumudur. Bu toplum vahyin çerçevesinde olan bir inanç toplumudur ve bir ümmet oluşturur.
3. ile 11. madde arasında müslüman gruplara ve onların arasındaki ilişkilere değinilmektedir.
4. madde İslam toplumunu kimin koruyacağını ifade ediyor. Bir toplumu onun halkı, yani reayası korur. Mesela bugünkü toplumu kim koruyor? Halk mı koruyor? Hayır. Kurulu düzen kemalisttir. Ama kemalistler bu toplumu canla başla koruyamıyorlar. En fazla rejimin imkanlarını kullananlar bunlardır. Ama düzenlerini dejenere edenler de bunlar. Ancak devleti emeği ile, kanı ile kuran toplum koruyabilir. Ve reaya tarafından sevilen devlet ayakta durabilir.
Medine İslam toplumu içinde İslami yönetime tabi olan ve İslam devletinin vatandaşları durumundaki yahudiler korunmuştur. Onlara karşı adaletli ve merhametli davranılmıştır. Ve devletin vatandaşları konumundaki bu zümre ile aynı toplumda yaşanmıştır. Eğer sivil toplumdan kasıt bu ise, hepimizin onaylayacağı ve kabul edeceği bir durumdur bu. Fakat bize önerilen bu öyle bir toplum ki, biz tabi durumda olacağız, ama bu arada müslümanlar yelpazenin bir diliminde, yahudiler bir diliminde, hıristiyanlar öbür diliminde, laikler, demokratlar, nihilistler, ateistler hepsi birer diliminde yerlerini alacaklar. Ancak İkinci Cumhuriyet’in cahiliyetine ve kemalizmin biraz daha hafifletilmiş şekli olan daha demokratik toplum modeline biz ortak olamayız.
Fakat İslam’ın hakim olduğu, İslam devletinin var olduğu bir rejimde bütün bu unsurlar, devletimizin vatandaşları olarak gayet tabii ki yerlerini alabilirler. Bunları koruruz ve bunların aleyhinde hiç kimse ile yardımlaşmayız. Zira bunlar öz vatandaşlarımızdır.
Takva sahibi müminlerin en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunacakları belirtiliyor. Yani korkmayın, çekinmeyin, bükmeyin boynunuzu şu laiklere, şu kafirlere, şu ateistlere karşı, şu eski marksistlere, yeni ulusalcılara ve demokratlara karşı. Aziz olun. Zira müminseniz üstün olan sizsiniz. Neden komplekse kapılıyorsunuz ki? Neden birarada yaşayalım diye bir komplekse kapılıyorsunuz? Oysa şöyle düşünün ve aziz olun: Gelin, adalet içinde yaşamak istiyorsanız bizim hakimiyetimiz altında yaşayınız. Biz size iyi davranırız, sizi kesmeyiz, sizi öldürmeyiz. Aksine bizim lehimize olan her şeyi sizinle paylaşırız. Bizim lehimize olan her şey sizin lehinize, aleyhimize olan her şey de sizin aleyhinizedir.
Vesika’nın daha sonraki maddelerin birinde müşriklerle kesinlikle yardım ulaşılamayacağı dile getirilmektedir.
11. madde bizim oluşturmak istediğimiz toplumu net olarak ortaya koymaktadır.
İhtilaf ettiğiniz her konuda onu Allah’a ve Muhammed’e getirmeniz gerekir. Tek hüküm, tek merci Allah ve Rasulüne. Yani Allah’ın kitabına ve o kitabın uygulayıcısı olan peygamberine, vahyi getiren kişiye götürmeniz gerekir. İşte Medine Vesikası’nda dile getirilen toplum budur. Vesika’nın ortaya koyduğu toplum, Rasulullah’ın önderliğinde Medine’de ortaya çıkmıştır.
Şimdi yaşadığımız toplumda bir ihtilaf var. Adamlar mevcut yönetimi nasıl tamir ederiz diye uğraşıp duruyorlar. Yeni cumhuriyet mi, İslamizasyon mu, yeni dünya düzeni mi?
Önemli olan bu ortamda bizim nasıl bir öneri ve söylemle ortaya çıkmak isteyişimizdir. Bizim önerimiz İslam’dır. İslam’ın ahkamı net olarak Kur’an-ı Kerim’dir. Önerimiz, Kur’an-ı Kerim’in hakim olduğu bir toplumdur. Vahyin yönlendirdiği bir toplumdur. Kur’an toplumudur. Bunun dışında entegre olmayız. Ve bizi hiç kimse de dar kalıplar içine sokmaya çalışmasın.
24. maddede ikinci bölüm başlıyor. 25.-35. maddeler arasındaki düzenlemeler yahudilerle ilgili. 42. maddede bütün öldürme ve temel anlaşmazlık olaylarının Allah’a ve Rasulullah Muhammed’e götürülmesi vurgulanıyor. Metnin ilk bölümünde aynı konuda Muhammed tabiri, metnin ikinci bölümünde aynı konuda Rasulullah Muhammed tabiri vardır.
25. madde müşriklerle yardımlaşmayı yasaklıyor. Şimdi, sivil bir toplumda konum paylaştığımızı düşünün. Bu toplumda laikler ve Kemalistler ABD ile ilişki kurmak istediklerini belirtince biz ne diyeceğiz? Kabul etmiyor muyuz diyeceğiz. İnsiyatifimiz yok ki demeye.
Şimdi Medine Vesikası’nı sivil toplum tartışmalarında mesned olarak kullanmaya çalışan zümreye bir bakalım. Nereden çıktı sivil toplum tartışması? 1980 öncesi tıkanan sol entelektüellerin yapıştıkları bir toplum projesi olarak ortaya çıktı. Bizim kesimde de bu sivil toplum söyleminin arkasını iyi görmek lazım. Bu söylemlerle İslamizasyona nasıl teslim olunuyor? Entegrasyona nasıl kayılıyor, görmek lazım. Medine Vesikası’nın yanlış yorumlanması bütün bu kaymalarla alakalıdır. Oysa İslam’a yanlış bir yorum getirmemeliyiz. Yoksa Rasulullah’a hakaret etmiş oluruz. Üstelik Medine Vesikası’nın ana özelliği İslam hakimiyetidir. İslam hakimiyetinin sözkonusu olmadığı bir ortamda İslami toplum olmaz. İslami toplum yoksa her ne halde olursak olalım, müslümanlar yine müstezattır, yine ezilendir, yine başkalarına tabi olan kitledir.
Bir toplum içinde yer alacaksak, izzet ve şerefimizle yer almalıyız. Böyle müşriklere yamanarak değil. Tavrımızı koyarak yer alalım. Dolayısıyla bizimle oynamasınlar. Biz net olarak İslam’a talip olalım. İslam’ı net olarak istediğimizi ortaya koyalım ve Usuliler olarak varlığımızı sürdürelim. Bu Ahbariyyun’un tavrını paylaşmayalım. Ahbariyyun’un nasıl sultanların yanında yer almalarını kınıyorsak, aynı durumlara düşmeyelim. Hiç olmazsa Ebu Hanife’nin Abbasi yöneticileri karşısında takındığı tavrı takınalım.
Rasulullah İslam’ın hakimiyetini teessüs ettirmiştir. Kur’an’da belirtildiği gibi Rasulullah, sadece müslümanlara değil, bütün aleme rahmet olarak gönderilmiştir. Yani Hz. Muhammed bütün insanlara bir örnek ve önderdir. Dolayısıyla İslam’ın hakimiyetinde rahmet veren bir toplum anlayışı ve merhametli bir yönetim sözkonusudur. Ama bu yönetimin bu toplumun bünyesinde müslüman olmayan unsurlar da güven içinde barınabilir.
Kur’an’daki ‘İnsanlık için çıkarılmış bir ümmet’ kimdir? Müslümanlardır. İşte insanlardan sorumlu olan ümmet budur. Başkaları değil. Bu ümmet, başkalarının sorumluluğu altına girmeyecek başkalarının sorumluluğunu üstlenecektir. ‘İnsanlık için çıkarılmış bir ümmet’ Allah’ına, Rasulüne itaat eder ve kendilerinden olan yöneticilerine itaat eder’; başkalarına değil.