Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İslam’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. Siz İslam’ı 14 asır öncesi hükümleri ile bugün uygulayamazsınız” sözleri ile gündeme bomba gibi düşen dinde reform tartışmalarına Yeni Şafak Gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan’dan müthiş bir yanıt geldi.
Kılıçarslan, dinde reform çağrısı yapan ve sonrasında bu çağrısından dönen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı mı hedef aldı bilinmez ama reformculara anlayacakları dilden cevap vermiş oldu.
İşte O yazı:
Masa da masaymış ha
İlk kelimemiz “ihyâ” olsun. Hayatla ilgili bir kelime ihyâ… Diriltmek, yeniden canlandırmak demek ilk anlamıyla… Kavramsal olaraksa “iyi duruma getirmek, canlandırmak, geliştirmek, güçlendirmek” gibi anlamlara geliyor. Böylelikle mesela İmam Gazali Hazretlerinin “İhyâ’u Ulumi’d-Din” isimli eseri Türkçeye “dini ilimlerin yeniden diriltilmesi, canlandırılması, güçlendirilmesi, iyi duruma getirilmesi” olarak çevrilebilir.
İhyâ’u Ulumi’d-Din eseri, kendisine verdiği isimden anlıyoruz ki bir ön kabulden hareket etmektedir. O ön kabul, dini ilimlerin zayıfladığı, tavsadığı, kullanılamaz duruma geldiği ön kabulüdür. Aksi takdirde “ihyâ” gibi, anlamı son derece net bir kelimeyi niçin seçsin İmam Gazali?
Gelelim ikinci kelimeye. İkinci kelimemiz “tecdid.” Doğrudan “cedid” yani “yeni” kelimesiyle ilgili. Nizam-ı cedid dediğimizde mesela “yeni düzen” demiş oluyoruz. Tecdid ise “yenilenme ve yenileme” demek. Aynı zamanda, tıpkı “ihyâ” gibi bir dini kavram tecdid… Ebu Davut’un naklettiği bir hadiste Efendimiz(sav)’in “Allah, her devirde bu ümmete bir yenileyici gönderecektir” dediği rivayet edilmektedir.
Gelelim üçüncü kelimeye. Üçüncü kelimemiz “reform.” Dilimize Fransızcadan girmiş. Yeniden biçimlendirmek, yeniden şekil vermek, yeniden düzenlemek manasına geliyor. Dikkat isterim. Reform, yani yeniden biçimlendirmek, felsefi manada “mutlak evrimci” bir kavram olarak kabul edilegelir. Yani önceki formun yetersiz, kifayetsiz, eksik olduğu ön kabulüyle hareket ederek yapılan şeyin adıdır reform.
“Bu üç kelimenin anlamlarını bize niye verdin şimdi?” diyecekseniz demeyin. Hatta meseleyi biraz daha karıştırmama müsaade edin.
Elimizde bin yıllık bir masa olsun. Yapıldığı dönem için son derece kıymetli olduğu için kendisinden sonraki dönemler için de kıymetini aynıyla muhafaza eden bir masa olsun bu hatta. Zaman, acımasız bir değirmendir. Doğal olarak masa zamanla yıpranır, tozlanır, hatta paslanır. Bu yıpranma, zamanla masanın taşıma, taşınma, servis ve benzeri hususiyetlerini de zorlar doğal olarak.
Eğer tecdid ve ihyâ fikrine inanıyorsanız, masanın kıymetini asla kaybetmemesi ön şartınız olur. Onu tozdan, kirden, pastan, yıpranmadan koruyacak ve “orijinal” haline döndürecek bir “yenilenme” planıyla koyulursunuz işe. Yine dikkat isterim: Masayı “orijinal haline getirmek”ten kasıt, tıpkı yapıldığı ilk günkü gibi üzerindeki her türlü yükü taşımasını sağlamaktır. Tıpkı yapıldığı ilk günkü parlaklığına ulaştırmaktır. Yani diriltmek, yenilemek, masaya ait her unsurun yerli yerinde olmasını sağlamaktır.
Reforma inanıyorsanız ön kabulünüz “masanın yapımında bir eksik, bir hata, bir yanlış, bir yetersizlik” olduğudur. Böyle olunca masaya uygulayacağınız reform fikri “masanın yeniden biçimlendirilmesini” sağlar. Belki yük taşıma kabiliyeti artar, belki daha parlak, daha süslü görünür ama sonunda ortaya çıkan şey o ilk masa değildir. Tamamen bir başka masaya sahip olmuşsunuz demektir günün sonunda.
Meseleyi nereye getireceğim malumdur. Bugün İslâm dünyasının “din dili” üzerinden sıkıştığı aralık şudur: Masaya bakıp onu dört tane odun parçası zanneden Vahhabi söylemle “bu masa yetersiz” diyen reformcu söylem. Bu iki söylemin yanına bir de masanın aslında bir uçan masa olduğunu söyleyen, masayı uçuranın da kendisi olduğunu iddia eden masalcılığı koyarsak iş iyice içinden çıkılmaz bir hal alır.
Çıkış nerededir peki? Çeşitli kereler yazmıştım, yine yazayım. Bence çıkış İmam Maturidi’nin ve devamcılarının sistemleştirdiği tecdid ve ihyâ dilidir. Meseleyi “evveline götürerek bugüne getirmek” diyorum ben buna. Karşılaştığımız bütün meseleleri “kaynakla güncellemek, yenilemek, diriltmek.”
Bugün kendisine “Ehlisünnet” diyen kimilerinin Vahhabi, kimilerinin masalcı, kimilerinin de reformcu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Bu üç yaklaşım da bize bir gram mesafe aldırmıyor.
Aklı devre dışı bırakmanın da, aklı mutlaklaştırmanın da önüne geçen bir din diliyle mümkündür ancak diriliş. Aksi halde bir yandan sosyal olanı, kültürel olanı, arızi olanı değişmez olandan ayırabilecek bir zihne ulaşamayacağız; bir yandan da sosyal olanla, kültürel olanla, arızi olanla barışamayacağız da bir yandan.
Şu kadarını da söylemezsem olmaz. Birbirleriyle kavga eder gibi görünen reformcular da, Vahhabiler de, masalcılar da aslında aynı lacivertin tonlarıdır. Bize yaptıkları asıl kötülük ise bizi “düşünemez hale getirmek”tir.
Ömer Lekesiz Ağabey’den ödünç alarak söyleyeyim: Asansörde halvet fetvasını merkeze yerleştirmek de, bu fetvayı küçümsemek de, asansörün şeyhinin kerametiyle çalıştığını düşünmek de asıl sorunun, yani asansörün gözden kaçmasını sağlamaktadır. Bunu uzun uzun düşünmek zorundayız.
İsmail Kılıçarslan – Yeni Şafak Gazetesi – 13 Mart 2018, Salı