Bağdat Vilayetimiz: IRAK
Irak.. Güney komşumuz Irak!.. Bin yıllık kenti dedemizin Bağdat ve vilayetin tamamı şimdi ki Irak. Demişler ki onlar; “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz”. Sahi nerdedir bu şehir?… Bağdat, “Allah’ın ihsanı veya armağanı” Bağdat, “Medinetüsselam” (barış ve huzur kenti) Nerededir Bağdat? Bize bu kadar mı ırak?
Meselâ, Büyük Türk Cihan Devletlerinden Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından Bağdat’ta kurulan Nizamiye Medreseleri (1066), öyle büyük bir üne sahip oldu ki, bu medreseler İslâm medreselerinin ilk örneği olarak kabul edilmişti. Nizamiye Medreseleri dinî bilimler yanında müspet ilimlerin de okutulduğu ilk medreseler olmakla, modern üniversitelere öncülük etmiştir. Bu kadar mı bizden Bağdat?
18. asır şairlerimizden Nedim, sevgilisinin vefasızlığından ve ”gönül mülkünün yağmalanmasından” söz ederken, sevgilisinin merhametsizliğini, Bağdat’ı yağmalayan Moğol Hükümdarı Hülagü Han’a benzetmiş ve demiş ki;
”Şehr-i Bağdat gibi kişver-i dil oldu harap,
O civanın sitem-i çeşm-i Hülagüsundan” Günümüz Türkçesi ile
“O Hülagü gözlü sevgilinin eziyetinden,
Gönül ülkesi Bağdat şehri gibi harap oldu.”
Sadece Nedim mi? Bağdatlı şairler yüzyıllar boyunca kendilerini üzen kişiler için şiirlerinde ”Hülagü müsün kâfir?” Türkçe ifadesini kullanmışlar. Bağdat, bu kadar da mı tanınırdı, İlim ve sanat komşuluğu yaptığı İstanbul’da, Anadolu’da?
Bugün büyük bir kısmı Irak sınırları içerisinde yer alan Mezopotamya, en eski çağlardan bu yana büyük güçlerin hedefi olmuş, Ortadoğu, Anadolu ve Asya’nın orta yerinde geçiş yolları üzerinde bulunduğundan, tarih boyunca hep göç ve istilaya maruz kalmış, birçok medeniyetin doğup gelişmesine de şahit olmuştur. Bu topraklar Sümer, Akad, Babil, Asur, Med-Pers, Roma-Bizans, Sasani devletlerinin temsil ettiği kültür ve medeniyetlere de sahne olmuştur.
İslâm tarih, kültür ve medeniyetinde de bu bölge çok önemli bir yere sahiptir. Bugün Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin işgali altında olan bu topraklar, medreseleriyle, ilim adamlarıyla, İslâm kültür ve medeniyetinin doğup gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Özellikle Bağdat ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Yıllarca Abbasi hilafetinin merkezi olan bu şehir, yüzlerce istilaya uğramasına, iç karışıklıklara, anarşiye sahne olmasına rağmen kuruluşundan günümüze kadar tarih ve medeniyetin güzellik ve çirkinliklerini bünyesinde barındırmış ve İslâm âleminin önemli siyasi, kültürel ve ticari merkezlerinden birisi olmayı başarmıştır.
Bağdat ve Irak toprakları, 1534 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlı döneminde de bilim ve kültür merkezi olarak gelişimini sürdürmeye devam etti. Bağdat’a geçmişteki zengin kültür ve medeniyet mirasından dolayı atalarımızın söylemiş olduğu “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” sözü bugün dahi Anadolu’da kullanılan bir deyimdir.
Bağdat’ta ve özellikle de Irak’ın genelinde tarih boyunca hükümranlık yapan Türk Devletleri, çok sayıda eser inşa ettiler. Onun içindir ki bugün ülkede yapılmaya devam eden her türlü yıkım hareketleri sadece Irak’ın mevcut rejimi ve yöneticilerini iktidardan uzaklaştırmakla kalmamış, aynı zamanda İslam ve Türk medeniyetine ait tarihi ve kültürel değerleri de yıkmış, ortadan kaldırmış ve kaldırmaya da devam etmektedir.
Geçmişte Moğol istilaları ile yok edilen İslam medeniyetine ait birçok el yazması ilmi eserden geriye kalanlar, ilave Osmanlı dönemi eserleri bu günde Avrupa’ya ve ABD’ne taşınmaktadır. Müzelerin nasıl yağmalandığını, hala Irak’tan kaçırılan ve yağmalanan tarihi eserler ile ilgili haberleri sizlerde okuyorsunuzdur.
Irak toprakları, her manada İslam âleminin en önemli ortak miras bölgesidir, esasen Hicaz gibi, Kudüs gibi mülahaza edilmeli ve Müslümanlarca muhafaza edilmelidir..
Düşünün ki, Hazreti Ali’nin “Meşhed-i Ali” denilen türbesi Kûfe’nin batı tarafındadır. Oğlu Hazret-i Hüseyin de burada Kerbela’da şehid olmuştur. İmam-ı Âzam, Ahmed bin Hanbel, Abdülkadir Geylani gibi büyük âlim ve veliler Bağdat ve Kufe’de yetişmişler, insanlığa ilim ve hikmet yaymışlardır. Bu üç zatın türbesi halen Bağdat’tadır. İslam medeniyeti uzunca bir zaman oradan gelişmiş ve yayılmıştır. İlk Müslüman Türk boyu olan Bulgar’lara İslam medeniyetini öğretecek elçiler Bağdat’tan gitmiştir.
Özetle; Bağdat, kuruluşundan itibaren şahit olduğu olaylar ile bir anlamda İslâm tarihinin, kültür ve medeniyetinin özetini sunar. Bu talihsiz şehre önceleri barış, bilim, hikmet egemen iken zamanla siyasi mücadelelerden, kabile çatışmalarından, istilalardan, mezhep savaşlarından kaynaklanan karışıklık ve anarşi ortamı hâkim olmuş ve Bağdat’ı neredeyse her yüzyılda bir savaş görülen bir şehir haline sokmuştur.
Medinetüsselam (barış kenti) adıyla kurulan Bağdat, ismi ile müsemma olamamış, yüzlerce savaşa sahne olmuş, güzellik ve çirkinlikleri bünyesinde barındırmıştır. Bağdat’ın makûs talihi günümüzde de devam etmektedir. Bugün Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere tarafından işgal edilen ve doğal kaynaklarıyla sömürgeci devletlerin ilgisini çeken Bağdat, Hz. Peygamber’in -belki de Arapların akıbetini haber verdiği- “Pek yakında içinizde Arap olmayanlar çoğalacak, mallarınızı yiyecekler ve boyunlarınızı vuracaklar.” (Şifa, 1:345) (Mektubat, On Dokuzuncu Mektub, s. 112) hadis-i şerifini bizzat yaşamaktadır.[1]
Lozan Antlaşması’na kadar hukuken Osmanlı Devleti’ne bağlı kalan Irak, 1921’de bağımsız krallık olana değin 400 yıl gibi uzun bir süre –Osmanlı öncesi Türk Devletlerini saymadık- Türk idaresinde kalmıştır.
Esasında bu ülkelerin kuruluşu da İslam dünyasının içine düştüğü durumun ibretli bir halkasıdır. Osmanlı gibi bir cihan devletinin dünyanın merkezinde güçsüz düşmesinin sonucu olarak bütün bu coğrafyada kan akmakta, bölgenin Müslüman topluluklarının gözyaşı dinmemektedir.
IRAK KURULUR!
Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlının Ortadoğu’dan çekilmesini neden olan bazı yerel isyanlar olmuştur. Bu isyanlarda İngilizlerin kışkırtmalarıyla Mekke Emiri Şerif Hüseyin kullanıldı. Şerif Hüseyin ve oğullarına Osmanlının yıkılmasından sonra kurulacak olan Büyük Arap Devletinin Krallığı vaad edildi. Fakat gerçekler söylendiği gibi değildi. Ortadoğu farklı bir paylaşıma sahne oluyordu.
İngiltere, Fransa ile yapılan Syces-Picot Antlaşması uyarınca Musul’u, Fransızların Verimli Hilal’ in (Mısır’da Nil nehrinin suladığı alanı, Levant’ı -İsrail’in bulunduğu orta bölüm- ve Fırat’la Dicle nehirlerinin suladıkları alanı kapsar.) kuzeyindeki etki alanından uzaklaştırmıştır ve bilahare Milletler Cemiyeti’nin de Filistin ve Irak yönetimini Britanya’ya bir hak olarak tanımasıyla Britanya Nil’ den İndüs’e kadar kırılmaz bir stratejik üstünlük sağlamıştır.
Sykes-Picot Antlaşması 1916 yılında Fransız ve İngilizler arasında yapıldı. Bu anlaşma özellikle Ortadoğu’nun bugünkü haline gelmesine sebep olması açısından önemlidir. İngiliz Subay Mark Sykes ile Fransız subay Georges Picot Kahire’de bir araya gelerek masa başında Ortadoğu’yu iki ülke arasında paylaştırdılar.
Bu anlaşmaya göre yeni yapay devletler kuruldu. Sykes-Picot hattı denilen bu sınırlar, o dönemin koşullarında Dünyanın iki büyük emperyalist gücü olan İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’ya bakış açılarını yansıtmaktadır. Fransız ve İngiliz subaylar bölgenin etnik/dinsel yapısını göz önünde bulundurmadan sadece kendi çıkarları doğrultusunda harita üzerinde yeni ülkeler oluşturup bazı etnik grupları da parçaladılar. Bu anlaşma sonucunda kurulan devletlerden Irak, Ürdün, Filistin İngiliz bölgesi; Suriye, Lübnan ve Fransız bölgesi oldu.
Irak’ın, Suriye’nin terk edilişi aslında ayrı bir ızdıraptır Türk Milleti için. Düşünün, Osmanlının parçalanan topraklarıyla beraber birçok aile parçalanmıştır. Türkler, Kürtler, Araplar… 1. Dünya Harbi sürecindeki bu kavga aslında Müslüman Arab’ın, kendisi gibi Müslüman olan Türk’ten kopartılmasıdır. Şu andaki emperyalist program sırası ile Kürd’ün de kopartılması ve kuklalaştırılıp sömürülmesi, akabinde Anadolu’da ki Türk Devletinin tamamen yok edilmesi, sonrasında mana planında zayıflatılan Türk’ün, madde planında da bu coğrafyadan atılması ya da imhasıdır.
IRAK’IN GÜNÜMÜZE GELİŞİ
Bu günkü Irak, 1920’de Osmanlıların I. Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle birlikte İngilizlerin Osmanlı eyaletleri olan Musul, Bağdat ve Basra’yı yeni bir politik oluşum olarak değiştirmeleri sonucu, Fırat-Dicle Havzasını kontrolü altına alan ve yakın bir bölge devleti tarafından yönetilmeyen yeni bir oluşumdur.
İngilizler başta ülkeyi bizzat yönetmeyi düşünmüşlerse de ancak halkın sert muhalefetiyle karşı karşıya kalmışlardır. Çıkan isyanlarda özellikle Şii halk rol almışlardır. Şiilerin çoğunlukta olduğu Necef, bu dönemde isyanın merkezini oluşturmuştur. Sonuçta İngilizler tarafından Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’in soyundan gelen Kral Faysal Irak’ın başına geçirilmiştir. Bu yöntemle İngilizler hem Irak’a tamamen hâkim olmak hem de Osmanlının ardından doğan halife boşluğunu bu şekilde doldurarak diğer İslam ülkelerine de etki etmeyi planlamıştır.
Kral Faysal başa geçmesiyle beraber yaşanan en önemli gelişme Arap ulusçuluğunun teorisyeni Sati el Hüsri’nin Irak’a getirilmesidir. Onun kurduğu Arap birliğine yönelik eğitim sistemi özellikle Şii grupların tepkisini toplamıştır. Kral Faysal güçlü ve bağımsız bir Irak kurabilmenin yolunun güçlü bir ordudan geçtiğini biliyordu. Bu nedenle bu tip bir ordunun oluşması için çalışsa da Iraklı Kürtler ve Şiilerin olumsuz tavrıyla karşılaşmış ve askere almalarda daima sorunlar çıkartmışlardır. Her iki topluluk da Sünni Araplara asker olarak hizmet etmeyi reddetmişlerdir.
İlerleyen yıllarda Sünnilerle Şiiler arasındaki bütünleşme süreci yaşanmış, karşılıklı evlilikler ve ticaret ilişkileri olmuştur. 1928 gelindiğinde 88 kişilik Irak parlamentosunda 26 Şii üye vardı. 1930 yılında Irak hükümeti bağımsız bir devlet olma yolunda İngiltere ile 25 yıllık bir anlaşma imzalarken, 1932 yılında Irak Milletler Cemiyetine bağımsız bir devlet olarak katıldı. 1933 Kral Faysal’ın ölümünün ardından ülkede dinsel ve etnik çatışmalar arttı.
1935’te İtalyanların Habeşistan’ı işgali Ortadoğu ülkeleri arasında özellikle güvenlik endişesinin oluşmasına sebep olmuştur. İtalyanların kuzey Afrika’da kurduğu bu hâkimiyeti Yemenle yaptığı anlaşmayla Kızıl Denizin çıkışını kontrol eder hale gelmesiyle Ortadoğu’ya taşımayı planlıyordu. Bu nedenle Ortadoğu ülkeleri arasında Sadabat paktı kuruldu. (Bu arada; İngilizlerin yetersiz kralı yönlendirmesi için 1930’da Başbakan atadıkları adam Nuri Sait Paşa’dır. Kendisi İstanbul’daki Türk Harbiyesinden ve Harp Akademisinden mezundur. Nuri Sait Paşa 1930-1958 arası ondört kez başbakanlık yapılmıştır. 1932’de İngiliz mandasını sona erdiren antlaşmanın müellifidir. Yeni antlaşmanın, Irak’ın kurtuluşu anlamına gelmediğini, İngiltere’nin Bağdat’taki Habbaniye, Basra’daki Şubeybe hava üslerini muhafaza ettikten başka, tüm liman, havaalanı ve demiryollarını izinsiz kullanma imtiyazını aldıklarını belirtmekte fayda vardır. Ayrıca petrol anlaşmalarının ayrıntıları da apayrı inceleme konusudur.)
İkinci Dünya savaşı yıllarında hâkim güçler arasında yaşanan mücadele Irak üzerinde de olmuştur. Almanlar yaptıkları darbe ile kendilerine yakın bir yönetimi başa getirseler de, yapılan ikinci darbe ile İngilizler tekrar hâkimiyeti kurmuşlardır. İkinci Dünya savaşı yıllarında Türkiye sınırlarına kadar gelen Almanların amaçlarından birisi de Türkiye’yi geçerek Irak’taki yandaşlarına yandım edip, buradaki İngiliz hâkimiyetini kırmaktı. Fakat daha sonra Türkiye’nin işgalinin imkânsızlığı da değerlendirildiğinde Alman ordularının Rusya’ya dönmesi ile Almanların Irak’a ulaşma planlarından vazgeçmesine sebep oldu. İngilizler Irak’ı da Almanya’ya karşı savaşa girmeye teşvik etse de Irak yönetimi Türkiye’yi örnek alarak aynı politikaları izlemiş ve savaşa girmemiştir.
1936 yılında Kürt kökenli bir Albay olan Bekir Sıtkı liderliğinde bir darbe gerçekleşti. 1941’de ise Mayıs harekâtı olarak bilinen ikinci bir darbe oldu. 1945 yılında Arap ülkeleri bir araya gelerek, bir Arap Birliği örgütü kurdular. Arap Birliği harekâtı Arap ülkeleri arasında milliyetçilik duygularının da artmasına sebep oldu. Bunu sonucu olarak da Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan bir tek ülke olarak birleşme düşüncesi ortaya atıldı.
Arapların birleşme düşüncesini özellikle İngiltere destekliyordu. Bu birleşme ile İngilizler, Suriye ve Lübnan’daki Fransız hâkimiyetini kaldırarak bu bölgeleri de kendi hâkimiyeti altına almayı amaçlıyorlardı.
Diğer güçlü bir Arap ülkesi olan Mısır’da bu birleşmeye karşı çıkıyordu. Onun endişesi ise Arap dünyasının en büyük ülkesi olma özelliğini yitirecek olması idi. Ortadoğu’da İngilizlerin etkisinin zayıflaması, İsrail devletini kurulması, Mısır’ın muhalefeti gibi nedenlerle bu birlik fikri hayata geçirilemedi. 1960’lı yıllarda Mısır ve Suriye’nin birleşmeleri dışında Arap ülkeleri arasında bir birleşme yaşanmadı.
İsrail’in kurulması ile Arap – Türkiye ilişkileri yeni bir dönem girdi. ABD’nin etkisi ile Türkiye’nin İsrail devletini tanıması Arap ülkelerinde tepki ile karşılandı. Türkiye bu tepkileri azaltmak ve yeni müttefikler bulabilmek için Irak’la yakınlaşmaya çalıştı ve ABD ve İngiltere’nin aktif katılımlarıyla Bağdat Paktını imzalandı.
İkinci Dünya savaşı sonrası Dünya üzerindeki güç dengelerinde büyük değişmeler yaşandı. İngiltere hâkimiyetini yitirirken ortaya çıkan boşluğu ABD ve Sovyetler doldurmaya başladı. Irak ise bu dönemde Sovyetler Birliği yanında yer aldı. 1958 yılında gerçekleşen kanlı darbe ile Krallık devrilip, Cumhuriyet ilan edildi. General Abdülkerim Kasım cumhurbaşkanı oldu. Irak bu darbenin ardından Bağdat Paktı’ndan çekildiğini açıkladı. Irak’ta bu dönem özellikle komünizm ve etnik milliyetçiliğin hızla yayıldığı yıllardır.
Irak’ta yaşanan bu değişiklik Ortadoğu’daki tüm dengeleri alt üst etti. Irak’taki bu darbeden etkilenen Suriye’de benzer bir askeri darbe yaşandı. Ortadoğu’nun tamamen Sovyet Rusya’nın hâkimiyetine girmemesi için ABD ve İngiltere harekete geçti. ABD Lübnan’a askeri müdahale yaparken, İngiltere Ürdün’deki karışıklığı bahane ederek burayı işgal etti.
Ortadoğu’nun önemli bir bölümünün Sovyet etkisi altına girmesi ABD ve müttefiklerini endişelendirdi. Tam da burada acaba tarih tekerrür mü ediyor diyeceğimiz bir bilgi saklı. Özellikle son dönemde açıklanan belgeler Türkiye’nin Irak ve Suriye’de yaşanan darbelerin ardından ABD’nin baskısıyla bu ülkelere yönelip bir işgal planı hazırladığı ve daha sonra bazı nedenlerden dolayı bundan vazgeçtiğini ortaya koymakta.
8 Kasım 1963’te Baas Partisi mensupları ve ordudaki milliyetçiler darbe girişiminde bulundular. Fakat General Abdülselim Arif yeni lider oldu ve ülke genelinde komünist avı başlatıldı. 17 Kasım 1968’de Baas Partisi bir darbe ile iktidarı ele geçirdi. General Hasan el Bekir Cumhurbaşkanı oldu.
BAAS HAREKETİ
Baas Arap dilinde yeniden diriliş anlamına gelmektedir. 1940 yılında Suriye’de kurulan bu hareketin ilk teorisyenleri Ekrem Havrani ile Michel Eflak’tır (Eflak, Suriyeli bir Hıristiyan ve bu ideolojinin efsanevi lideridir. Düşünün, Müslüman Arab’a Hıristiyan ve Milliyetçi teorisyen, Müslüman Türk’e, Yahudi Moiz Kohen ya da nam-ı diğer Munis Tekinalp. Milliyetçiliği öğreten teorisyenlere bakın hele)
Baas ideolojisi, amaç olarak Ortadoğu’da tek bir Arap devleti kurulmasını benimsemiştir. Partinin sloganı Birlik, özgürlük ve sosyalizm idi. Parti ideolojisi Parti birliğine ve dış baskılara karşı durmaya dayanıyordu. Baas hareketi Suriye’de ortaya çıkmışsa da, Irak’ta da taraftar bulmuştur. Baas Partisi Suriye ve Irak’ta yaptıkları devrimlerle iktidarı ele geçirmişlerdir. Saddam Hüseyin ve Hafız Esad Baas akımının son temsilcileridir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Soğuk Savaş tüm dünyayı iki kampa ayırmıştı. 1980’li yıllar Sovyetler’in çözülme sürecine girmesine ve Soğuk Savaşın sonuçlanmasına sahne oldu. İki kutuplu bir dünyadan tek kutuplu bir dünyaya doğru etkinlik haritası tekrar çizilmeye başlanması, Ortadoğu’ya da yansıdı. Ortadoğu’yu etkileyen bir diğer önemli gelişme de, 1979 yılında İran’da yaşanan İslam Devrimi oldu.
EMPERYALİZM SAHADA KAVGAYA BAŞLIYOR!
30 Temmuz 1968’de de Baas Partisi yeni bir darbe yaparak ikinci defa yönetimi ele geçirdi. Saddam Hüseyin’in başkanlığındaki Devrim Komuta Konseyi ve Sosyalist Arap Baas Partisi ABD işgaline kadar işbaşında kaldı. 22 Eylül 1980’de Saddam Hüseyin’i ABD’nin kışkırtması ile başlayan Irak-İran savaşı ülkede yüz binlerce insan kaybına, milyarlarca dolarlık zarara huzurun, barışın ve düzeninin bozulmasına yol açtı. Sekiz sene gibi uzun bir savaş sonunda, 20 Ağustos 1988’de ateşkes imzalandı.
İran-Irak Savaşı’nın sekizinci yılında Enfal Operasyonu kapsamında gerçekleştirilen Halepçe Katliamı’nda, binlerce Kürt korkunç şekilde yaşamını yitirmiştir. 16 Mart 1988’de gerçekleştirilen katliam sırasında İran sınırına yakın bir bölgede bulunan Halepçe’liler, Irak ordusunun yaptığı hava bombardımanından sonra sığınaklara çekildilerse de bir süre sonra helikopter ve uçaklardan atılan kimyasal gazlardan kendilerini kurtaramamışlardır. Saldırılarda en az 5,000 sivil ölmüş, 10,000’den fazla sivil yaralanmıştır. Halepçe Katliamı’nın tek sebebi bölgede yaşayan halkın Kürt olması değildir. Bölgede İslami grupların güçlü olması da Saddam’ın Halepçe’de kimyasal gaz kullanarak nüfusu ortadan kaldırmak istemesinin sebebidir. Kuzey Irak’taki Şeyh Osman Halebcevi liderliğindeki İslami örgüt Halepçe’de çok güçlüydü. İslami bir hareket, laik Baas ideolojisini benimsemiş Saddam tarafından iktidarı için tehlike olarak görülmüştür. Açıkçası bu katliam sonuçları itibari ile en çok Barzani-talabani ikilisinin menfaatine olmuştur.
Halepçe katliamında şu bir kez daha görüldü. Bölge halkının sığınabileceği tek ülke Türkiye’dir. Ancak, siyasilerimiz bu olumlu sonucu bile devam ettirememişlerdir. Bölgedeki Türkiye yanlısı, Türkmen, Kürt ve Arap oluşumların arkasında duramamışlar, önce içinde kurmay heyetimizin olduğu helikopter ABD uçağı tarafından düşürülmüş, kurmaylarımız şehid edilmiş, akabinde Kuzey Irak’taki Türkiye yanlısı gurupları örgütleyen Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis Paşam yine uçağına düzenlenen bir sabotajla, suikasta kurban giderek şehid edilmiştir. En sonunda da Kuzey Irak’taki Türk Özel Timinin şahsında Türk Milletinin kafasına çuval geçirilmiştir.
Akabinde CIA ve ABD’nin yönlendirmesi ile 1990 ortalarında Irak orduları Kuveyt’e girerek burayı işgal etti. Bunun üzerine başlayan Körfez Krizi petrol fiyatlarının artmasına ve ekonomik dalgalanmalara sebep oldu. ABD-Suudi Arabistan’ın güvenliğini sağlamak için 500.000 asker, birçok Avrupa devleti de Basra Körfezine donanma gönderdi. Irak’a, Kuveyt’i boşaltmak için verilen sürenin bittiği 16 Ocak 1991 günü, Müttefik güçler askeri harekâta başladı. Bir ay zarfında Irak mağlup olarak Kuveyt’ten çekilmek mecburiyetinde kaldı.
George Bush yönetimi, 20 Mart 2003’te Irak’ta Kitle İmha silahları olduğu gerekçesiyle Irak’ı bir kez daha işgal etti ancak Irak’ta kitle imha silahları asla bulunamadı. Irak’ı son yüzyılın en büyük felaketlerine sürükleyen Saddam ise; 13 Aralık 2003’te doğduğu ve büyüdüğü yer olan Tikrit’te bir sığınakta saklanırken ABD askerleri tarafından yakalandı.
2003 yılı Aralık ayında Irak Hükümeti, Savaş Suçları Mahkemesi kurdu ve Saddam idam edildi. “Zulm ile abad olanın sonu berbad oldu.”
IRAK’IN SOSYO-KÜLTÜREL DOKUSU
Resmi dili Arapça olan ülkenin diğer konuşulan dilleri: Kürtçe (Kürt bölgelerinde resmi dil) ve Türkçedir. Etnik bir çeşitlilik arz eden Irak ağırlıklı olarak Araplar’dan oluşmakta ve ilaveten Kürt, Türkmen, Asurî ve diğer etnik gruplar da bulunmaktadır. %97’si Müslüman (%60.65’i Şii, %32.37’si Sünni ) olan ülkenin geri kalan yüzdesinde Hıristiyan ve diğer dinler yer alır.
Irak’ta yaşayan Türklere 1959 yılından sonra, Irak Devleti tarafından Türkiye ile olan kan ve kültür bağlarını unutturmak için, resmi olarak Türkmen denilmiştir. Türkler, Lozan Konferansı sıralarında İngiliz heyeti tarafından da Türkmenler olarak ifade edilmişlerdi.
Ancak şu unutulmamalıdır. Türkiye’nin oradaki tarihi bağları sadece Türkmenlerle değildir. Hep böyle sunuldu. Türkmenler kadar Kürt’le de yakındır, Arap’lada. Unutmayalım, Dünyanın en büyük Kürt nüfusuna sahip kenti İstanbul’dur. Yine Orta Asya Türk Cumhuriyetleri vatandaşları da olmak üzere, Kürt sadece Türk’le beraberdir ve Türk’ün olduğu her yerde Kürt vardır. Türk’ün olmadığı hiçbir yerde Kürt yoktur. (Tabii, İsrail’deki Barzani’nin akrabaları olan Yahudi Kürt’ler hariç.)
TÜRKMEN NÜFUSU
Irak Türkmenleri, Irak’ın kuzeyinden itibaren Telafer, Musul, Erbil, Altunköprü, Kerkük, Tuzhurmatu, Kifri, Kara Tepe, Hanekin, Mendeli ve Bağdat’ın güney doğusunda bulunan Bedre’ye kadar uzanan bir şerit üzerinde yerleşmektedir.
Türkmenlerin nüfusu, devletin asimilasyon politikası doğrultusunda hem gizli tutulmuş, hem de gerçeği yansıtmamaktadır. Halen %13 civarında nüfusa sahiptirler. 1958 yılında Bağdat’ta yayınlanan (The Iraqi Revolution 14 th July Celebrations Committee) adlı kaynağa ve 1987’de Londra’da Inquiry Dergisi’nde yayınlanan “The Forgotteen Minority:The Turkomans of Iraq ” adlı makaleye göre 1957 yılında yapılan sayımda Irak’ ta 600.000 Türkmenin yaşadığı belirtilmiştir. Bu kaynaklara göre Irak’ın % 8,94’ü Türkmen’dir. Daha sonra Irak’ta yayınlanan resmi kaynaklar ise Türkmenleri % 2 olarak göstermiştir. Türkmenlerin gerçek oranı % 13’tür. Irak’taki Türkmen nüfus bugün ise 2-2,5 milyondur.
Iraklıyız Kerkük şehri ilimiz
Müslümanız Türkmence’dir dilimiz
Başkasına vermeyiz biz bu yurdu
Coşar altın bulağımız yurdumuz
KÜRDİSTAN
Kürdistan terimi ilk olarak 11. yüzyılda Selçuklular tarafından kullanılmıştır. Osmanlı döneminde “Kürdistan” kelimesi imparatorlukta Kürtlerin çoğunluk halinde yaşadığı bölgeleri nitelendirmek için resmi düzeyde kullanılıyordu. Örneğin; 1847 yılındaki Bedirhan isyanının bastırılmasında yararlık gösterenler için ihdas edilen madalya Kürdistan Madalyası adını taşımaktadır.
Cumhuriyet döneminde, Lazistan gibi, diğer bütün etnik takılarla oluşturulan yerel adlar gibi “Kürdistan” da resmi kullanımdan kaldırıldı ve söz konusu bölge coğrafi yön isimleriyle (Şark, Doğu, Güneydoğu) adlandırılmaya başlandı.
BARZANİ AİLESİ
Yahudi Barzani ailesinin kurucusunun 16. yüzyılda yaşayan Haham Samuel Barzani olup, aile sonraki yüzyıllarda Musul, Kerkük ve Erbil yöresinde etkili olmuştur.
Tarihçi Ahmet Uçar, Osmanlı arşivlerinde bölgede bir tek Barzani ailesi bulunduğuna dair kayıtların yer aldığını hatırlatarak, günümüz Barzaniler’in atalarının Yahudi olduğundan şüphe duyulamayacağını ifade etmiştir. Ahmet Uçar’ın yine Osmanlı arşivinde bulduğu bir başka belge ise 1856 yılında Sallum Barzani isimli bir hahamın, Musul’dan Selanik’e, oradan da Hahambaşılığın özel ricası ile Kudüs’e sürgün edildiğini gösteriyor. Uçar’ın ifadesine göre, ‘‘Kudüs’e Yahudi iskánı ile ilgili tereddütler olduğu için; Hariciye Nezareti’nin de görüşü alınarak 29 Şubat 1856’da Hahambaşı’nca verilen dilekçe Osmanlı hükümetince 11 Nisan’da görüşülerek uygun bulunmuş ve Sallum Barzani 20 Nisan 1861’de bir irade ile Kudüs’e sürülmüştü.’’ Uçar, Tarih ve Düşünce Dergisi’nde konu ile ilgili olarak yazdığı yazıda şöyle devam ediyor: ‘‘Mustafa Barzani’nin yıllar sonra kurduğu ilişkiler, hahamlarla Sallum Barzani ailesi arasındaki ilişkilerin yıllarca sürdüğünü göstermektedir. Molla Mustafa Barzani, 1950’den beri sık sık ziyaret ettiği İsrail’de her zaman Kuzey Irak kökenli, Kürtçe konuşan bir Yahudi hahamın evinde kalmaktadır: Haham David Gabay. Ailede pek çok ünlü haham var. Batılı seyyahların da Kürtçe konuşan Yahudiler’den söz ettiği kaynaklarla sabittir. Günümüzde de Kuzey Irak’tan İsrail’e göçler yaşanmış olup, bugün İsrail’de geniş bir Kürtçe konuşan Yahudiler topluluğu mevcuttur.
Mesut Barzani’nin babası, Molla Mustafa Barzani İsrail’e gittiğinde kendisini kabul eden İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan’a, hediye olarak bir ‘Kürt hançeri’ ile birlikte, Kerkük petrol rafinelerinin planlarını da getiriyor. Mart 1969’da yapılan bir operasyonda da Barzani-MOSSAD işbirliğiyle Kerkük rafinerileri bombalanıyor ve çalışamaz hale getiriliyor.
Barzani aşiretinin Yahudi kökenli olduğunun anlaşılması, bölgeye ve tarihe bakışımızda nasıl bir değişikliğe sebep olmalı? Şöyle ki; Tevrat’ta ‘‘Vaadedilmiş Ülke’’ olarak Nil’le Fırat arasının işaret edilmiştir. Ayrıca, Barzani ailesi sürekli Mehdi çıkartmaktadır. Yahudilik’te de Mehdilik çok önemlidir. Özetle; Şu anda, Kuzey Irak Barzani ailesinin kontrolünde İsrail’in etki alanına sokulmuştur.
Mesud Barzani, 1946’da İran’da doğdu. Barzani’nin dünyaya geldiği Mehabad bölgesinde bu sırada SSCB’nin desteğiyle Kürt Cumhuriyeti kurulmuştu. Bu kısa ömürlü devletin ordusunun başında KDP’nin kurucusu ve başkanı olan babası Mustafa Barzani vardı. Kürtler arasında saygın bir lider olan Molla Mustafa Barzani, devlet girişiminin bir yıl sonra başarısız olması ardından Sovyetler Birliği’ne kaçtı. O zamanlar küçük yaşlardaki Mesud ise Irak’a gitti.
1958’de krallığın yıkılması ile Mustafa Barzani de Irak’a döndü. Bundan bir kaç yıl sonra da Kürtlere talep edilen hakları vermeyi reddeden Irak yönetimine karşı silahlı ayaklanma başlattı. 1970’te Baas iktidarı ile Kürtler arasında sağlanan ve Kürtlere özerklik hakları verilmesini öngören 11 Mart Anlaşması’nın müzakere heyetine Mesud Barzani babasıyla birlikte katıldı.
Molla Mustafa Barzani’nin 1979’da ölümü ardından Mesud Barzani KDP’nin yönetimini ele aldı.
Gerisi herkesçe malum. Acaba, Mesut Barzani’ye, pasaport verenler, verilmesini uygun gören Türk İstihbaratı ve Türk Silahlı Kuvvetleri yukarıdaki Barzani bilgisinden yoksunmuydu? Yok, eğer bilgileri vardı ise, çözümleri neden ABD menfaatlerine uygun olarak önerdiler?
Hani Misak-ı Milli, hani Atatürk, hani Etkin ve Lider ülke Türkiye? Laiklik tartışmaları, çıkartılan yapay gündemler, üniversiteli kızların yazmaları, (başörtüsü) tartışmaları, yoksa ülkede çıkartılan fırtınalar “sıçana bak!” neviinden aldatmacalar mıydı? Acaba biz sıçana bakarken kaç kez sünnet edildik? Yoksa hadım mı edildik?
SON DURUM
Şu anda gelinen son süreç nedir? Birinci Irak harekâtından bu yana, Türkiye’ye sınır olan Kuzey Irak bölgesi kontrolsüz durumdadır. ABD tarafından bölgesel istikrar için getirilmiş “Çekiç Güç” maalesef PKK’ya yardım ve yataklık yapmış, 54’üncü Erbakan hükümeti ile etkisiz hale getirilmiş, akabinde Pirinçlikten kalkan ABD uçaklarına Türk Subay bindirilmiştir. Zaman zaman sınır ötesi harekât yapmak suretiyle Kuzey Irak’ta oluşan bataklıklar kurutulmuştur.
Bu arada bölgedeki Barzani ve Talabani güçlerine PKK’ya karşı silah ve askeri malzeme verilmiş, maalesef bunların çapulcularına Türk subaylar tarafından ağır silah eğitimi dâhil göstermelik te olsa verilmiştir. Barzani ve Talabani ikilisi uzun yıllar Türkiye pasaportu ile hem de kırmızısından” gezmişlerdir.
Bu dönemde bazı meseleleri gören Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis Paşam, bölgedeki Türkiye yanlısı Türkmen, Kürt ve Arap unsurlarla temasa geçmiş, bölgeye gönderdiği İrtibat karargâhının kurmay heyetini götüren helikopter düşürülmüş, 12 Kurmay subayımız şehid edilmiştir. Akabinde malum Eşref Bitlis Paşa’mda şehid edilmiş, maalesef faillerin üzerine ciddi olarak gidilmemiştir. Esasında Atatürk bölgenin geleceğini Lozan’da referanduma bırakırken, bölge halkının %100’e yakın oranda Türkiye’den yana tercih yapacağından emindi. Kamuoyu araştırmaları da bunun göstergesiydi. Doğu Anadolu’da İngilizlerin çıkarttığı isyanların da asıl sebebi bu değilmiydi?
Bölgede hedef kitle olarak halkın seçilmesi, Türkiye yanlısı Türk-Kürt-Arap Unsurların maddi olarak güçlendirilip, etkinlilerinin arttırılması doğru hareket tarzı olmasına rağmen, şu anda bölgede Türkçe, Kürtçe ya da Arapça yayın yapan Türkiye yanlısı bir televizyon kanalı ben bilmiyorum. “Türkmeneli” adlı Türkmen televizyonu Birleşik Irak politikalarını savunmaktadır.
2’nci ABD işgalinden sonra durum tamamen aleyhimize dönmüştür. Bölgede etkin olan Türk özel Kuvvet Timleri, Emniyet ve MİT Unsurları tamamen pasifleştirilmiştir. Maalesef kurumlar arasındaki yersiz hatta zaman zaman ihanet derecesine varan irtibatsızlık bölgede de mevcuttur. Sonuç; Özel Timimizin başına çuval geçirilerek, Türk Ordusu ve Türk Milleti Irak’ta gözden düşürülmüştür.
ABD’nin Irak’ı işgalini İran kendi lehine çevirmeyi bilmiştir. ABD’li yöneticiler şu anda İran etkisini kara kara düşünmektedirler. Kurulacak Şii Hükümetlerin belki de uzun vade hedefi İran’la birleşmektir. Çünkü bu onların eline geçmiş tarihi bir fırsattır. Şii Müslümanlar için her şey Ayetullah makamındaki âlimlerin kontrolü altındadır. Yine İran Basra körfezi bölgesinde İngilizlerle ABD’ne rağmen gizli anlaşmalar yapmıştır. En çetin direnmenin olduğu güneydeki Şii bölgelerinde ABD çok kayıp vermesine rağmen İngilizler halkla çatışmamaktadırlar. Yine İran’ın karasularını ihlal eden İngiliz askerlerine karşı yürüttüğü, net tavır, esir İngilizlere gösterdiği insani davranış şekli Dünya Müslümanlarının gözünden kaçmamıştır. Sünni dünya da dâhil, şu anda Anti-Emperyalist, Anti-Amerikancı, Ahmedinecad’ı çevre ülke vatandaşları hayranlıkla izlemektedirler.
ÇÖZÜME DÖNÜK BAKIŞ,
Bölge, 90 yıl önceki vilayetlerimizdir. Zorla kurdurulmuş Irak’ı kuranlar, bizim harbiyemizden mezun, bizim mülkiyemizden mezun olmuş insanlardı, bizim vatandaşlarımızdı. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, Lozan sonucundaki referanduma o zaman bölge hazırdı. Şimdi hala bir referandum belası gidiyor bölgede. Biz Türkiye yanlısı gurupları güçlendirseydik acaba şu anda böyle bir korkumuz olur muydu? Düşünelim şimdi oradaki insanların dedeleri ile bizim dedelerimiz İstiklal harbimiz dâhil koyun koyuna yatmıyorlar mı bu toprağın bağrında.
Düşünün; bölgeye giren en büyük kapı senin. Habur. Bölgede ticaret, sanayi, inşaat senin vatandaşlarının elinde. Bölge insanının Türk, Kürt, Arap senin ülkende akrabaları var. Bölge halkı her zorda sana sığınıyor. Petrol boru hatları ile Kuzey Irak sana bağlanmış zaten.
Öyleyse, bölge her şeyiyle senin etki alanın içinde. O zaman sorun ne? Türkiye neden etkili olamıyor? Bunu, tüm kurumlarımız kendilerine sormalıdır. Türkiye kısa ve sıkı bir çalışmayla bölgede etkin olabilir. Çünkü halen bölgede kendi vatandaşları var, etkisizleştirilmiş olmakla beraber, TSK. Mensupları var, Emniyet mensupları var, birliklerimiz var.
Bakın Suriye, Lübnan’da ne kadar etkin. Hem de tüm dünyayı karşısına almayı ülkesinin Milli güvenliği için göze alabiliyor. Öyleyse bizde eksik olan ne? Bu milletin istikbali daha mı değersiz yani. Düşündükçe aczimizi, hani sadece, “gaflet, dalalet ve hatta, evet yoksa ihanet mi?” Demeden geçemiyor insan.
Şimdi gelelim Sınır Ötesi harekâta; Bataklığı kurutmadan siz, tek tek sinekleri öldüremezsiniz. O Kandil denen bataklık kuruyacak. ABD’nin köpeği PKK ölecek diye ödü kopuyor. Neden? Çünkü bu örgüt çözülmüş ve uluslararası suç örgütleri ile beraber, uyuşturucu, kadın, silah, kaçakçılığın her türü menfaatlerin içinde. Kolay kullanılıyor. Hem Irak, hem de İran’a karşı. Kaderimiz ne ABD ile ne de AB. ile yazılmış, kaderimiz dostlarımız ile koyun koyuna yazılmış. Dolayısı ile harekât yapılmalı, halkı kandıran manevralar şeklinde de olmamalı bu harekâtlar. Hatta harekât, İran’la koordineli olarak yapılabilir. Bu ezelden beri bölgede gözü olan ülkeler üzerinde de caydırıcı etki yapacaktır. Tek başına İran hedeftir, tek başına Türkiye hedeftir. Ancak müttefikleri ve alternatif güç bağlantıları olan Türkiye’yi hedefe koymak tabirimi mazur görün ama sıkar biraz. Ayrıca; Ordular Muharebe Sahasında yetişir.
Hükümet, sürekli bu konuda uyarılmalıdır. Irak’ta unsurları bulunan TSK. ise, MİT, Dış İşleri, Diyanet İşleri başkanlığı ve Milli Eğitim ile koordineli olarak, Irak’ın ulaşabildiği her yerinde Türkiye yanlısı tanıtıcı, uyarıcı, kuşatıcı faaliyetlere girmelidir. Çünkü Ordumuzun organizasyon yeteneği çok iyi durumdadır. Psikolojik Harp orduların barış ve sükûn dönemlerindeki muharebe şeklidir. Bunu beceremeyen ordular, önce kendi Milletini kaybederler, sonra düşmanla çıkacak muhtemel muharebeyi.
Ayrıca, mevcut bölücü partinin beyanatları, siyasi meydanın boşluğundandır. Herhangi bir Milli siyasi parti İstanbul’dan bir otobüs seçmeni alıp, 13 şehidin vurulduğu yere gidip siyah çelenk koyup, basın açıklaması yapsa, akşam mevlid okutsa Ankara Kocatepe’de… Bakın birkaç böyle sorumlu siyasi duruş, bölge halkındaki teveccühün bile değişmesine sebep olacaktır. Cumhurbaşkanının bölgeyi gezmesi, askerler başta olmak üzere herkesi nasıl memnun etti? Dostlar, milletimizin ilgiye, yakınlığa, dokunulmaya, konuşulmaya, derdinin dinlenilmesine o kadar çok ihtiyacı var ki. Şu yapılacak şey bile topyekun ülkeyi ayağa kaldırır. Siyasiler açısından da en etkili ve ucuz tanıtım yöntemi olur kanısındayım.
Unutmayalım, Harp Prensiplerinden birisi; “En iyi savunma taarruzdur.” diğeri ise; “Teması sağlayan inisiyatifi elde tutar.” Dolayısı ile bölge coğrafyası Lider ve etkin Ülke; Türkiye etrafında şekillenmelidir. Unutmayınız; senaryosunu bizim yazmadığımız, oyuncularını bizim seçip belirlemediğimiz her türlü senaryoda sadece figüran oluruz. Oysa biz yazmalıyız, biz yapmalıyız, bizim çocuklar oynamalı, ABD’nin çocukları değil. Çünkü onların oyunları Milletimizin genetiğini, kimyasını bozuyor.
ABD demişken yazının içinde ABD’yi yok saydık değil mi? İnanın bölgede yaptığı, gelecekte yapmayı planladığı pis işler için Türk Milletine o kadar muhtaç ki. Ve ABD’ye, Adriyatik’ten Çin seddine sadece Türkiye isterse taş koyabilir. İnanın Rusya ve Çin bile Türkiye kadar Avrasya coğrafyasında etkili olamaz.
Eyyyy!.. Arslan yavruları. Ceddiniz çocuk odalarına, Arslanhane derdi. Seni “sen bir koyunsun.” diye kandıranlara bakıp melemeye çalışma. Sen bir arslan yavrususun. Sen ancak kükreyebilirsin. Ermeni tasarısı ne komik değil mi? Senin Karabağ’ın işgal altında. Üç milyon karındaşın mülteci, bir milyondan fazla karındaşın işkencelerle katledilmiş. Sana bu tasarıyı dayatanlar, şu anda Irak’ta yaptıklarına baksınlar. Sana bu tasarıyı dayatan Fransa’nın hala Kuzey Afrika ülkelerinde kazdığı, gömdüğü binlerce insanın toplu mezarı çıkıyor. Kuzey Afrika’da katliam yapmış olan o dönemin askerlerinin bir kısmı şu anda Fransız parlamentosunda da görev yaptı ya da yapıyor.
Titre ve silkelen. Sen mazisi temiz, istikbali aydınlık, Allah ve Resulünü (S.A.V) hiç üzmemiş, tarihinde zerrece ayıbı olmayan, insanlığa hiç ama hiç zulm etmemiş ve güçlü bir milletin evladısın.
(E) Topçu Yarbay
Halil MERT
15 Kasım 2007
[1] Risale-i Nur Enstitüsü Risale-i Nur Enstitüsü.htm, 15.10.2007
(Bu yazı Milli Gazetenin 19 ve 20 Ekim Tarihli nüshalarında dizi yazı olarak yayınlanmıştır.)