Sultan Abdülhamid’in oğlu Şehzade Mehmed Âbid Efendi’nin kahır mektubu
Sultan Abdülhamid’in en küçük oğlu olan 1973’te vefat eden Şehzade Mehmed Âbid Efendi, 1954’te Paris’ten yazdığı mektupta Selânik’teki azap dolu günlerini ve uğradıkları hakaretleri anlatıyor: “Muhafız subaylar, pek saygısızdı. Salim isminde bir teğmen, babama kurşun bile sıkmıştı! Bana ‘Yılan yavrusu’ deyip pederime de ‘Eşek’ dememi istediler!” Gazete Habertürk yazarı Murat Bardakçı yazdı…
Sultan Abdülhamid’in en küçük oğlu olan, İstanbul’da 1905’te doğan ve hayata 1973’te Beyrut’ta yokluk içerisinde veda eden Şehzade Mehmed Âbid Efendi, babasının Selânik sürgününde ve Beylerbeyi Sarayı’ndaki mahpusluk günlerinde yanında olmuştu. Hatıralarını sonraki senelerde tarihçi İsmail Hami Danişmend’e mektuplar şeklinde gönderen şehzade, 14 Nisan 1954’te Paris’in bir köyünden yazdığı mektubunda Selânik’teki azap dolu günlerini ve uğradıkları hakaretleri bakın nasıl anlatıyor…
Sultan Abdülhamid’in vefatının yüzüncü yıldönümü idi…
Yıldönümü münasebeti ile günler öncesinden toplantılar yapıldı, konferanslar verildi, sergiler açıldı ve Türkiye’nin kaderine otuz küsur sene boyunca tek başına hâkim olan ve tam bir asırdan buyana tartışılan Sultan Abdülhamid yeniden gündeme geldi.
Bu vesile ile seneler önce bahsettiğim bir konuyu daha doğrusu bir belgeyi tekrar gündeme getirmek istedim: Sultan Abdülhamid’in oğlu Şehzade Mehmed Âbid Efendi’nin babasının sürgün günlerini ve uğradıkları hakaretleri anlattığı mektubunu…
Abdülhamid’in sekiz oğlunun en küçüğü olan Âbid Efendi 1905’te Yıldız Sarayı’nda doğdu. Babası 1909’da tahtından indirilip Selânik’e sürgüne gönderildiğinde beraber gidenler arasında o sırada henüz küçük bir çocuk olan Âbid Efendi de vardı.
Sonraki senelerde onun kaderi de sürgünlerden açıldı! 1924’te Osmanlı ailesiyle beraber Türkiye’den çıkartıldığında 19 yaşında idi ve memleketini bir daha göremedi…
EVLERE SABUN SATTI
Paris’te hukuk ve siyasal bilgiler okuyan Âbid Efendi 1936’da Arnavutluk Kralı Zogo’nun kızkardeşi Prenses Seniye ile evlendi, Arnavutluk’un Paris elçisi oldu ve her hareketi Türkiye tarafından uzun seneler izlenip Ankara’ya rapor edildi. Sonra boşandı, kayınbiraderi Kral Zogo’nun 1939’da devrilmesi üzerine işsiz kaldı ve asıl sıkıntı dolu günler de o zaman başladı. Geçinebilmek için Paris’te kapı kapı dolaşıp sabun sattı, çalışamayacak hâle gelince Beyrut’a geçti, Suudi Arabistan’ın o zamanki kralı Faysal’ın bağladığı mütevazi bir aylıkla yaşamaya çalıştı, hayata Beyrut’ta 1973’te veda etti ve Şam’daki Sultan Selim Camii’nin avlusunda bulunan hanedan mezarlığına defnedildi.
Âbid Efendi sürgün senelerinde İstanbul’daki dostları ile devamlı mektuplaşmıştı ve bu dostlarının başında meşhur tarihçi İsmail Hâmi Danişmend vardı.
‘BABAMIN VEHMİ NORMALDİR’
Mektuplarında memleket hasretinden, hayat gailesinden bahseden ve ne yaptığını, nasıl yaşadığını ayrıntıları ile anlatan şehzade, İsmail Hâmi Bey’in ısrarları neticesinde kısa da olsa hatıraları kaleme almış ve yazdıklarını yine mektup şeklinde İstanbul’a göndermişti.
Meselâ, bir mektubunda babası Sultan Abdülhamid’in dillere destan vesvesesinden de bahsediyor, “Bu ‘vehim’ denilen şey her insanın ruhunda az veya çok mevcuttur. Fakat bir insanın işgal ettiği makam ve içinde yaşadığı muhit, bu vehmi mütemadiyen tahrik ve nihayet çileden çıkartacak bir makam ve muhit olursa, o zavallı insan ne yapsın?.. Acaba herhangi bir adam, şu veya bu şekilde suikaste uğrayacağına dair Allah’ın günü 15-20 mektup alırsa artık vehimden çıkamaz hale gelmez mi?” diyor.
‘SİYAH SAKALINI HATIRLIYORUM’
Âbid Efendi, ileride tamamını yayınlayacağım mektuplarından birinde, 14 Nisan 1954’te Paris’in bir köyünden yazdıklarında babasının tahttan indirilip sürgüne gönderildiği günlerde yaşadıklarını, Selânik’teki Alâtini Köşkü’nü ve Balkan Savaşı’nın çıkması üzerine İstanbul’a dönüşlerini anlatıyordu…
İşte, Şehzade Mehmed Âbid Efendi’nin bu mektubundan azap dolu günlerle ilgili küçük bir seçki:
“…Selânik’e gidişimizde üç buçuk yaşındaydım. Ondan önce yaşadığımız Yıldız Sarayı’ndaki hayatımızı tabii ki hatırlamıyorum. Zihnimde sadece, saraydan Sirkeci’ye yahut Selânik Garı’ndan Alâtini Köşkü’ne kapalı bir araba içinde gidişimize dair müphem (belirsiz) bir hayal kalmış. Karanlık bir arabada babamın karşısına oturduğumu ve siyah sakalını hâlâ görür gibiyim. Arabada siyah çarşaflı iki kadın vardı. Biri annem, diğeri de hemşiremin …vâlidesi olacak.
ÇİÇEKLERDEN SLOGAN
Alâtini Köşkü’ne duhûlümüzü (girişimizi) hatırlamıyorum. Annemin kucağında uykuda imişim. Sonradan işittiğime nazaran, beni taşımaktan annemin yorgun düştüğünün nasılsa farkına varan bir zabit (subay), -ki Emniyet-i Umumiye Müdürü Miralay Galib Bey (sonra paşa) imiş- beni annemin kucağından almak nezaketini göstermiş ve alırken de anneme ‘Verin bana şu yılan yavrusunu!’ demiş. Anlaşılan, tam mânâsıyla bir centilmenmiş bu kahraman-ı hürriyet! Bunu söyleyen Hareket Ordusu’nun genç ve toy subaylarından biri olsaydı affederdim, lâkin bu adam o zaman miralay (albay) idi ve en az kırk yaşında idi.
O arada Ali Fethi Bey de (yıllar sonrasının başbakanı Fethi Okyar) ‘Zavallı çocuk!’ diyerek beni kucağına aldı, hattâ gözünden bir damla yaş düştü…
…Alâtini Köşkü’ne yerleştiğimiz ilk zamanlarda, bahçenin etrafında gayet alçak bir demir parmaklık vardı, sonra tuğla duvarlar yapıldı. Karaburun’a giden cadde, bu parmaklığın önünden geçerdi. Ben, ikide bir bahçeye fırlayıp parmaklığa yapışır, caddeyi seyrederdim. Bunu, pedere haber vermişler. Beni yakalayıp pedere götürdükleri vakit, fena halde tekdire uğradım. ‘Bir daha oraya gitmeyeceksin! Bir daha oraya gitmeyeceksin!’ diyerek elindeki kalın bastonu kaldırıp indirmesi hâlâ gözümün önündedir. Korkutmak için, bastonu sadece kaldırıp indirmekle yetinmiş, bir tarafıma vurmamıştı.
…Muhafız subaylar, pek saygısızca hareket ederlerdi. Bunlardan Salim isminde bir teğmen, pencereden bakmakta olan babama ağaçların arkasına saklanıp kurşun bile sıkmıştı!.. Diğerleri de bir hayli saygısızlık yaptılar. Meselâ, bir hadiseyi gayet iyi hatırlıyorum:
…Bir vekilharç Hasan Efendi vardı. Haremin çarşıdan aldırdığı şeyler, onun vasıtasıyla gelirdi. O da, dışarıdan getirdiğini zâbitlerin (subayların) huzurunda harem ağalarına teslim eder, onlar da hareme götürürlerdi. …Birgün bana yeşil, mavi, sarı, rengârenk oyuncak bastonlar getirmiş. Zâbitlerin yanında bana verecek. Ben de her nedense bu değneklere pek imrenirdim. Bahçedeyiz, tam değnekler bana verileceği sırada, zâbitler tutturdular: ‘Git babana ‘eşek’ de. Demezsen, değnekleri vermeyeceğiz’.
HAKARETİ KALFA ÖNLEDİ
Ben de bu sözün fena bir şey olduğunu hissediyordum. Fakat, değneklerde de gözüm var. Nihayet, ağlaya ağlaya köşke gidiyorum. Hareme girdim. Bereket versin, karşıma Gülşen Kalfa çıkıyor, bana ‘Efendi, niçin böyle ağlıyorsun?’ diye soruyor. Ben de meseleyi anlatıyorum. O da beni ‘A, hiç öyle şey olur mu? Sana yakışır mı?’ diye bir güzel haşlıyor. Ben de o sayede babama gidip o hezeyanı etmiyorum. Maamafih, sonunda değnekler yine elime geçti. Galiba zâbitler nihayet yaptıklarına utandılar ve değnekleri verdiler. Maalesef zabitlerden hangisi idi bana bunu söyletmek isteyen, hatırlamıyorum.
…Alâtini Köşkü’nün bahçesinde yuvarlak, çiçekli bir tepecik vardı… Subaylar, bu tepenin etrafına çiçeklerle ‘Hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik’ yazmışlardı. Okuyabiliyordum ama, bu sözlerin ne demek olduğunu bilmiyordum. Köşkün pencerelerinden, tepenin yalnız bir tarafı görülürdü… Babam öbür tarafta ne yazdığını merak etmiş; beni çağırdı, ‘Oğlum, git bir bak bakalım, öbür tarafa ne yazmışlar’ dedi. Gittim, okuyup döndüm, söyledim. Sadece bir ‘Yaa!..’ dedi, başka tek söz etmedi. İttihatçı subaylar, ‘Hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik’ sözlerini toprağa yazmakla işi olmuş bitmiş zannediyorlardı.
…Haklarını yememek için şunu da ilâve edeyim: Pederime karşı bu derece saygısızlık edenler, benim iyi bir tahsil yapmamı istediler, içlerinden bazılarını beni okutmakla görevlendirdiler. İlk hocam, Nâzım Bey isminde bir yüzbaşıydı, beni altı-yedi ay okuttuktan sonra tayin olup gitti. Ondan sonra, Cumhuriyet zamanında Siirt Milletvekilliği yapan ve Milliyet Gazetesi’ni çıkartan Mahmud Bey (Soydan) hocam oldu.
CİDDÎ ÇALIŞMA GEREKİR
1913’te (Balkan Harbi patlayıp Bulgar ve Yunan orduları Selânik’e yaklaşınca) Almanya İmparatoru’nun eski hukuka binaen gönderdiği sefaret yatıyla İstanbul’a dönmemizi çabuk geçeceğim. O vakit yedi yaşında idim. …Geminin Alman kumandanı, pederi ‘Kimi isterse vapura almakta, kimi isterse orada bırakmakta’ muhtar (serbest) bırakmıştı. Peder eğer istese idi kendisine bu kadar yıl bir nevî gardiyanlık eden o muhafız zabitlerin hepsini orada bırakır, onlar da şehre yaklaşmakta olan Yunan ordusuna muhakkak esir düşerlerdi. Zira, karayolu Bulgarlar tarafından kesilmişti. …Yani, gardiyanlarını kendi eliyle İstanbul’a getirdi.
…Adalar Denizi’nde (Ege’de) Averof’a (Yunanlılar’ın meşhur zırhlısı) tesadüf ettik. Gemimiz Alman bandrası olduğundan isticvaba (soruşturmaya, aramaya) cesaret etmedi fakat hayli korku geçirdik. Güvertede Türkler olduğu belli olmasın diye siviller feslerini, zabitler kalpaklarını çıkardılar.
…Pederim Sultan Abdülhamid hakkında yazılacak bir eseri görebilmek için sabırsızlığım sonsuzdur ama acele etmek, böyle bir eserin mükemmelliğini engeller. Araştırma alanları çok geniştir ve okunacak kitapların, özellikle de aleyhindeki eserlerin gözden geçirilmesi zaman ister. Aradan nasıl olsa kırk sene geçti, bundan sonra geçecek zamanın birkaç ay eksik veya fazla olmasının mahzuru yoktur, büyük bir zarara uğramayız. İşte, böyle bir eserin itiraz edilemeyecek ağırlıkta olması için, acele etmeden çalışılmasını tavsiyeye cür’et ediyorum”.