Gül ve Diken *

Gül ve Diken *

Masmavi gökyüzü Ata’ nın gözlerini andırıyor sanki kurduğu ülkeyi seyrediyordu. Her yanda insanlar bir koşuşturmadır gidiyordu. Bense evimin bahçesinde hayatımın parçası olan güllerle uğraşıyordum. Babamdan belki de dedemden hatta sülalemden gelen bir ilgiydi bu; güller. Onlar yaşam kaynağım hayattaki amacım olmuşlardı. Kolay yetişmiyorlardı. Onları beslemek, büyütmek en önemlisi de korumak çok zordur. Bu zorluklar beni yıldırmıyordu.

Onlar bana emanetti. Bende bu emanet, çocuklarıma hatta torunlarıma ulaştırmalıydım. Onlar kirlenmekte olan dünyanda iyiliğin, güzelliğin timsaliydiler. Karmaşık hengame içersindeki şehrin göbeğinde bu topraklar var oldukça bizde var olacağız dercesine yükselmekteydiler. Bense bir nebze de olsa onlara yardım etmeye çalışıyordum. Tabiatın ve insanların acımasız saldırıları karşısında bariyer olmaya çalışıyordum. Sarısıyla, kırmızısıyla – beyazıyla, pembesiyle yaydıkları mis kokusuyla kökünden dikenine, dikeninden yaprağına bir bütündüler. Şehrin gürültüsünü, kirliliğini, kahpeliğini, aldatıcılığını unutturuyorlardı.

Güllerimle uğraşmak bir zevkti. Uzaklardan gelen bir mektup bu zevkimi elimden alıyordu. Abim beni güllerimden, yaşamımdan koparıyordu. Beni yanına çaağırıyordu. Birazda buralara gel, gör de öğren diyordu. Hayat fakültesinde bir üst sınıfa geçmemi istiyordu. Güllerimi istemeyerekte olsa kardeşlerime ve dostlarıma bırakarak büyük bir şehirden diğerine yol aldım. Bir şehir öğle bir şehir ki; yeşili bir başka güzeldi, insanı bir başka dürüst, yaşam adeta iç içe. Zamanla buraya alıştım. Bende buranın bir parçası oldum. Güllerimin eksikliğini hissetmemeye çalışarak taşınma belgelerimi ve gerekli tüm işlemlerimi yerine getirerek evime yerleştim. Özlemim kısa sürdü. Takvim yapraklarında 6-7 tanesini koparmıştım, sabah koşumu bitirip eve döndüğümde gördüm onları; 11 adet gül fidanı.

Her biri birbirinden güzeldi. Henüz daha tomurcuktular. Dedem göndermişti, babam göndermişti, amcam göndermişti. Ülkemin her semtinden kopup gelmişlerdi. Onlar birer emanettiler. Onlar birer gelecektiler. On bir gül fidanı, on bir ayrı semtten. On bir ayrı renkten, on bir fidanın amacı tekti. Topraktan aldıkları destekle geişip büyümek, kokularını yaymak ve tomurcuklarını tekrar toprağa serpmek.

Müthiş bir heyecan kaplamıştı, ufacık yüreğimi, sevinçten pırpır atıyordu. Aynı zamanda korkmuştum da. Tektim, yalnızdım, onları koruyabilecekmiydim. Rahat ettirebilecekmiydim. Muhakkak onları kopartmak isteyenler olacaktı. Gülü sapından ayırmaya çalışanlar olacaktı. Ama bu güller başkaydı. Sanki “biz kendimize sahip çıkarız, köklerimiz toprağa bağlı oldukça bizi kimse koparamaz” diyorlardı. Birkez daha rahatlamıştım. Büyük şehirde bütün kötülüklerin içinde onurlu ve şerefli bir şekilde direnen güllerim geldi aklıma. Umutlandım, tutacaklar dedim. Solmayacaklar dedim. Hayatımı onlarla çevreledim. Ve yalnız olmadığımı öğrendim. Gülleri korumak için uğraşan, didişen dostlar edindim.

Hayat bir başka güzeldi. Dostlarım, güllerim ve ben. Mutluyduk, huzurluyduk ve umutluyduk. Sıcak bir günde öğrenmiştim buraya geleceğimi ve yine sıcak bir günde geldi o kara haber. Büyük şehirde bıraktığım güller koparılmaya çalışılıyordu. Tüm dostlarım onları korumaya çalışıyordu. Onlarda tüm onurlarıyla direniyordu. Biz oldukça bu dünya kirlenmez diyorlardı. Bir abide gibi yükseliyorlardı. Sıra buraya gelecekti. O güllere el uzatanlar bu on bir güle de el atacaklardı. Hayır! Hayır! Duymak istemiyorum. Bu ayak sesleri onlarındı, geliyorlardı. Koparacaklardı güllerimi. Hep beraber olmanın zamanıydı şimdi. Tüm dostlarım, tüm destekçilerimiz. Hepimiz bahçedeydik artık. Orada yatıp orada kalkıyorduk. Onlara zarar gelmemesi için gerekirse kendimizi feda ediyorduk. Tüm isteğimiz onlara özgürce yaşama hakkı tanınmasıydı. Hiçbir şey daha önemli olamazdı. Onlar iyiliğin sembolüydü, onlar geleceğin teminatıydı, onlar kirlenen dünyanın temiz kalan yıldızlarıydı. Her gün diğer günü daha hızlı kovalıyordu. Kulağımız radyoda, gözümüz televizyonlardaydı. Yetsin artık diyorduk. Vahşeti sona erdirin diyorduk. Bitsin artık diyorduk.

Ayak sesleri kulaklarımı tırmalayan ayak sesleri, her gün biraz daha yaklaşıyordu. Şehrin süslü, mavi gökyüzünü bir yığın leş kargasının kanatları ve vahşi viyaklamaları sarmıştı. Ama ben on bir asil güle güveniyordum. Ayak seslerinden korkmazlar sanıyordum. Toprağa sadıktırlar sanıyordum. Direnirler sanıyordum. Kısa zamanda öğrendim ki salmakla olmuyormuş. Bir sabah uyandığımda artık anlamı kalmamıştı hayatımın. Artık değeri kalmamıştı yaşamanın. Ah o güzel güller! O geçmişin geleceğe emanetleri. Nasıl yaptınız bunu? Nasıl sığdırdınız yüreğinize? Duymamıştınız bile onların ayak seslerini. Rüzgar… Rüzgar… sadece seslerini getirmişti size. Yalnızca konuştuklarını işitmiştiniz. Gerçek olamazdı bu, olmamalıydı. Siz onurunuzu ayaklar altına alamazdınız. Tomurcuğuna sahip çıkmayan dikenleriyle kalan bir gül neye yarardı ki? Onuruyla, şerefiyle direnen, koparılan bir başka yere ekilir, gelişir, serpilirdi. Ya siz…

Büyük şehirde bıraktığım, koparılmak, parçalanmak uğruna tomurcuğuna el sürdürmeyen gülleri gördükçe sizden utandım. Sadece gelecekte bir yerlerde olmak uğruna tomurcuklarını düşüren güllerle karşılaştığım için hayrete düştüm. Bu kadar kolay mıydı…? direnmek o kadar zor muydu…? sadece rüzgarın sesinden korkmak mı gerekiyordu…? hani siz kendinize sahip çıkacaktınız, hani hepiniz kendi kararınızı verecektiniz. Bumuydu kararınız… bu muydu yapacağınız. Oysa biz o tomurcuklar için savaşacaktık. Toprağa serpilecek tomurcuklar için kendimizi bile feda edecektik. Artık siz bir hiçsiniz. Tomurcuklarını ayaklar altına alan bir diken topluluğundan başka hiçbir şey değilsiniz artık.

Ne anlamı kaldı yağmurun, ne anlamı kaldı güvercinlerin ve ne anlamı kaldı güllerin. Bir nisan yağmuru gibi geldi geçti. Tüm değerlerimi, saygı ve sevgi anlayışımı götürdü. Sevinsem mi, üzülsem mi, başka bir haber daha geldi. Diğer semtlerden diğer semtlerden geliyordu haber. Biz varız diyorlardı diğer şehirlerdeki güller. Korkmadık diyorlardı rüzgarın sesinden. Korkmadık diyorlardı ayak seslerinden. Direndik ve direneceğiz diyorlardı. Onların bu şerefli hareketlerine sevinmeli miydim. Bana gönderilen on bir gülün haline üzülmeli miydim bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey var ki. On bir diken yığını ile uğraşmak yerine diğer güller için uğraşmak daha önemliydi.

Ne mutlu o güllere. Onurlarını ve şereflerini ayaklar altına almayanlara. Ne mutlu onlarla beraber olanlara. Ve yazıklar olsun değerlerin ayaklar altına alanlara değerlerini menfaatleri uğruna satanlara. Ülkemin bağrından kopan on bir masum güle ve onları bu hale getirenlere…

Tevfik YAZICILAR

(*) Babaeski Meslek Yüksek Okulunda okuyan ve başörtüsü zulmüne maruz kalan, gelecek endişesinden sadece sözlerden korkan on bir arkadaşıma ithaf olunur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.